Her şey insanlarin tanrıyı unutup gündelik işlerle meşgul olması ile başladı. insanlar yeryüzüne ilk
indiği zaman tanrının rehberleri ışığında geliştiler ve tanrı onlara kulluklarının nişanesi olarak bir
taş verdi. "Göğün soluk alışı ile yoğrulmuş, tanrının elleri ile işlenmiş, içindeki kudreti yalnızca
seçilmiş olanların taşıyabileceği kutsal taş zephyronit"
insanlar çoğaldı ve refaha erdi böylelikle tanrıya olan ihtiyaç artık kalmamıştı. insanların bir çoğu tanrıyı tanımıyor, onun koyduğu yasakları fütursuzca çiğniyordu. Bu durumu gören tanrı yeryüzünde
yaşayan insanlara rehberlik etmesi için elçi olarak meleklerini gönderdi
Milattan önce 3000'ler Arukhal kabilesi
Horak ateş gibiydi, Morak ise o ateşin dumanıydı ikisi beraber günah kelimesinin vücut bulmuş
haliydi. Horak kabiledeki en iyi avcıydı, kibirliydi, güç gösterilerini kanı severdi çevresindeki en güçlü
insan oydu kendinden güçlü biri olmasina tahammül edemezdi. Morak ise açgözlüydü her şey
kendisinin olsun isterdi ama bir o kadarda tembeldi canı istediği zaman kalkıp iş yapar kalan
zamanını kabilenin kadınları ile geçirirdi.
Bu iki kafadar çocukluktan beri birbirini tanır ve severdi adeta birbirlerinin kardeşleri idiler taki
lanetlendikleri o güne kadar
Horak ne olduğuna inanamış gözler ile Morak'a baktı böyle bir şey nasıl olmuştu kendisi bile
inanamıyordu. Gökyzünden düşen ve kanatları olan 2 metre uzunluğundaki canlıyı kabile
şefinin ona verdiği mızrak ile öldürmüştü. Oysaki kendisini tanrının elçisi diye tanıtmıştı.
Horak derin bir iç çekti," Hah tanrının elçisiymiş elçisini bile koruyamayan bir tanrı bize nasıl yol
gösterecekki?" Horak cesedin kanatlarından tutunarak mızrağını çekti. Morak yüzünde alaycı bir gülümseme ile, "Kimin umurundaki sonuç olarak onu avladık o artık bize ait, bu cesedi sadece biz yemeliyiz hayır hayır sadece ben sen sevmezsin kabiledekilere söylememeliyiz sonuçta yerde yatan tanrının bir elçisi kabiledeki yaşlı osuruklar bunu görseydi bizi canlı bırakmazlardı hele de Garnak bize zaten kin besliyor bu kanatlı cesedi götürürsek kesinlikle cezalandırılırız onu şimdi yemeliyim."
Elçi kıpırtısız yatıyordu Morak gözlerindeki şeytani parıltı ile elçinin kafasını tuttu.
"Sen tanrının sözcüyüm demiştin ..."
Parmağı ile Horak'ın açtığı yaraya dokundu.
"O halde ... tanrıyı tatmalıyım."
Parmakları ile değil dişleri ile yırtmaya başladı deriyi. Çiğ , sıcak, tanrısal bir lanetle kutsanmış et ...
Morak çiğniyordu ilahi bir korkunun etini , kanlı bir bedenin inancını.
Morak elçinin etini çiğnerken bir ses duyuldu.
"✦ⱯḌᴀẞ ṬẎҬ'Ʌ ḶUМⱯN ӜӨʮⱯ!"
"Ҏ̴̶ⱯḌᴀẞ Ⱨ̴̢ⱯLҨ R̶ŦᚨⱯL."
ANİDEN YER SARSILMAYA BAŞLADI AĞAÇLAR ÇATIRDIYORDU. "Madem tanrıydın neden onu korumadın hayırsen tanrı değilsin olamazsın kendi
yarattıklarını koruyamayan bir tanrı mı olurmuş. "
"✦ŊⱯⱧꞨ OʁҬ LᶄⱯⱤҔ!"
Morak elleri ile kulaklarını kapadı ama ses dışarıdan değil zihninin derinliklerinden yankılanıyordu. Horak dizlerinin üzerine çöktü ses onlara sadece anlamsızlık gibi geldi ama kalpleri sanki suçlarını anlamış gibiydi.
Toprak kararını vermişcesine ayaklarının altından çekiliyordu. Morak ne bağırabildi ne de tutunabildi. Gözleri bir anlık Horak'ınkilerle buluştu.
Düşüyorlardı...
Sanki bir dakika ile bin yıl arasında bir yerdeydiler. Horak çevresine bakındı ama her şey aynı anda parlıyor ve kararıyordu.
Sonra... Bir ses duyuldu
Bir mırıltı, bir sızı gibiydi
Horak ve Morak yere çarpmadı
Yavaşça indirilmişlerdi ya da çoktan beridir yerdeydiler. Zemin sertti, üzenlerinde durdukları şey taşmıydı yoksa yanmış kemiklermiydi? Anlayamamışlardı.