Ficool

MİNE

DaoistFiWAAK
7
chs / week
The average realized release rate over the past 30 days is 7 chs / week.
--
NOT RATINGS
78
Views
Synopsis
Mine’nin hayatı.
VIEW MORE

Chapter 1 - MİNE:AŞK, ACI, HAYAT

Güneş ışığı camdan içeri süzülürken perde, sanki yavaşça nefes alan bir canlı gibi hafifçe dalgalandı. Rüzgar, ince bir elin saç okşar gibi usulca odaya sızdı, kapıyı hafiften salladı. Dışarıda bir araba geçti, lastiklerin asfalta sürtünüşü kuş seslerini ezerek içeri daldı. Sesler birbirine karıştı; karanlığın içinden yankılanan çığlıklar, gözyaşı tadı, tozlu rafların bayat kokusu, buğunun arasından sızmaya çalışan ışığın titrek umudu…

Mine'nin yüzüne değen esinti, sanki "uyan" diyen soğuk bir el gibiydi. Göz kapakları ağır ağır aralandı, kirpikleri yorgun bir kuşun kanadı gibi titredi. Derin bir nefes aldı, içi yanarak. Saate baktı: 10.17.

Başını cama çevirdi. Pencerenin kenarından gökyüzüne baktı; gözlerini kısarak maviliğin sınırını bulmaya çalıştı. Ama yoktu, sınır diye bir şey yoktu. Gökyüzü sonsuzdu. Sonsuzluk… Belki de insanı özgür kılan değil, içini kemiren şey oydu: Bir şeyin sonsuza kadar sürebileceğini bilmek. Ya da hiç başlamayacağını…

"İşte başlıyoruz…" dedi içinden, ama sesi çıkmadı. Kelime içerde boğuldu, dudaklarına bile ulaşamadı.

Yatağında doğrulurken etrafına baktı ama sanki gerçekliği algılayan gözleri değil de yorgun bir ruhu etrafı yokluyordu. Bej duvarlar, üzerine sinmiş eski bir anının gölgesi gibi donuktu. Kahverengi ceviz dolaplar, içlerine tıkıştırılmış eşyalarla birlikte neredeyse nefes alamıyor gibiydi. Sanki odadaki her şey, yıllardır söylenmeyen cümlelerin altında ezilmişti. Çekmeceden sarkan bir çorap, halının yamulmuş kenarı, perdeyi yarım yamalak açan rüzgar… Her şey "yarım"dı. Tıpkı içinde kaldığı hayat gibi.

Geceyi düşündü. Ama zihin ne geceyi ne uykuyu doğru düzgün hatırlıyordu. Yorgunluk bazen uyutmuyordu insanı; uyutuyor gibi yapıp bilincin kenarında sessizce bekletiyordu. Belki de bu yüzden uyansa da dinlenmemişti. Belki de uyku dediği şey, bedene değil ruha verilmiş bir izin olmalıydı. Ve onun ruhu uzun zamandır izin alamıyordu.

Tuvalete gidip suyu açtığında, musluktan akan suyun sesi önce sıradan geldi, sonra yavaş yavaş bir uğultuya dönüştü. Su damlaları lavaboya düşerken, sanki içine çöken düşünceler birer birer kafatasının içinden akıp gidiyor gibiydi. Ellerine su çarptı, yüzüne dokundu. Soğuk su, cildine çarptığı anda kısa süreli bir gerçeklik hissi bıraktı. Aynaya baktığında gördüğü yüz kendine ait değildi sanki. Gözleri boşlukla doluydu. Boşluk nasıl doluyorsa artık…

"Ben buradayım," demek ister gibi aynaya baktı. Ama aynadaki yüz, onunla aynı fikirde değilmiş gibi sessizce baktı geri. Saçlarını toplarken parmaklarının arasından kayan teller, kontrol edemediği hayatının küçük bir özeti gibiydi.

Mutfağa geçti. Ocağın çıtırtısıyla birlikte çay ısınmaya başladı. İnce belli bardağa benzeyen fincanlar diziliydi rafta, ama o özellikle "Güzelim!" yazan fincanı aldı. İnsan bazen sadece bir kelimeye tutunur. Belki kimse ona öyle demediği içindi, belki bir zamanlar biri demişti ama hatırlamıyordu. Fincan morla bordo arasında bir yerdeydi. Tıpkı kendi duyguları gibi arada, belirsiz, isim koyulamayan bir renkte…

Sigara dumanı havaya karışırken, dumanın kıvrılıp yükselişini izledi uzun uzun. Duman bile özgürdü. Odanın içinde döne döne uçuyor, sonra bir pencere boşluğu bulup dışarı kaçıyordu. "İnsan, duman kadar bile olamıyor bazen," diye geçirdi içinden.

Beşinci sigarasının külü masaya düştüğünde, kendi gölgesini fark etti. Masanın üzerine düşen gölgesi bile yorgundu.

Çayın buharı fincanın kenarından yükselirken Mine, elini fincanın etrafında gezdirdi. Sıcaklık, parmak uçlarından içeri sızıp kalbine kadar ulaşsın istiyordu. Ama oraya varamadan yolda üşüyordu sanki. İnsan bazen kendi bedeninin içinde bile üşüyordu. Sıcaktan değil, kimsesizlikten.

Mutfakta çınlayan küçük seslere dikkat kesildi — kaşığın tabağa hafif çarpışı, buzdolabının motorundan gelen o düşük uğultu, rüzgarın penceredeki camı yoklaması… Hepsi hayatın küçük kanıtlarıydı. Evin yaşadığı belliydi, ama içinde yaşayanın yaşayıp yaşamadığı belli değildi.

Bulaşıkları yerleştirmeye başladığında, tabakların birbirine çarpmasıyla çıkan o tiz "çın" sesi, içini titretti. Elindeki çelik tencere kapağı aniden parmaklarının arasından kaydı — ve zaman o anda yavaşladı.

Kapağın zemine vurmasıyla çıkan ses, evin içinde yankılandı:

ÇAT.

Bir anı canlandı.

ÇAT.

Bir yüz belirdi zihinde.

ÇAT.

Bir çığlık, ama bu kez dışarıdan değil, içerden geldi.

Kapağın döne döne ilerleyişini izlerken, metal kapak bir tencere eşyası olmaktan çıkıp bir zaman kapsülüne dönüştü. Döndükçe, hatıralar da dönüyor, çarpıyor, sert sesler çıkarıyor, sonunda duvara çarpıp duruyor ama titreşimleri kalıyordu.

Ve işte,

durdu.

Mine de durdu.

Dizlerinin bağı çözüldü, olduğu yere çöktü. Ellerini yere koydu, başını eğdi. Yere düşerken çıkardığı nefes bile kırılmış bir cam parçası gibiydi.

Doktorunun sesi, zihninin bir köşesinden yankılandı:

"Nefes al… nefes ver… nefes al… ver…"

Onun sesi bile sanki çok uzaktaydı. Sanki başka bir odadan, başka bir hayattan geliyordu.

Mine usulca fısıldadı, duyulmayacak kadar içerden:

"Ben… gerçekten yaşıyor muyum?"

Çünkü yaşamak bazen nefes almak değildi.

Bazen yaşamak; hatırlamamak, görmezden gelmek, duymamış gibi yapmak demekti.

Ve o, yıllarca böyle yaşamıştı

Evin sessizliği ağırlaştı. Duvarlar sanki üzerine doğru yaklaşıyor, tavan alçalıyor, hava yoğunlaşıyor gibiydi. Kendini kaldırmak için kolunu oynatmak istedi ama gücü yoktu. Bir an için yerde kalmanın, kaldırılmamış bir eşya gibi öylece durmanın rahatlatıcı olabileceğini düşündü.

Ve orada öylece saatlerce durdu.