Ficool

Chapter 9 - 9.Bölüm- Köklere Doğru

Taş basamaklar, karanlığın içinde bir burgacın merkezine iner gibiydi. Havadaki nem, artık sadece bir koku değil, giysilerine yapışan, ciğerlerine dolan somut bir ağırdı. Duvarlarda, kendiliğinden soluk bir yeşil ışık yayan yosunlar, tek ışık kaynaklarıydı. Eşiğin Taşı ise, Sere'nin göğsünde sürekli, sakin bir nabız gibi atıyor; onları aşağı, daha derine çekiyordu.

Sere, Moaito'nun arkasında, her adımında tetikteydi. Yukarıdaki o hüzünlü ama huzurlu salonun aksine, buradayken tüylerinin diken diken olduğunu hissediyordu. "Sence bu bizi nereye götürüyor?" diye fısıldadı, sesi dar geçitte cılız bir yankı buldu.

"Köklerine," diye karşılık verdi Moaito, sesi gergin ve odaklanmıştı. "Her şeyin başladığı yere. Ve eğer bir şeyler ters gidiyorsa, bozulma da oradan başlamıştır." Onun kadim içgüdüleri, taşların ötesindeki bir çarpıklığı hissediyor, her an bir tehdit bekliyordu.

Nihayet, merdivenler geniş, yuvarlak bir odaya açıldı. İkisi de eşikte, nefesleri tutulmuş bir şekilde duraksadı.

Burasi, "Kök Odası"ydı. Yukarıdaki taşlaşmış ağacın kökleri, bu odanın her yerinden fışkırıyor, duvarları ve tavanı sarmalayarak devasa, karmaşık bir ağ oluşturuyordu. Ama bu, sağlıklı bir ağacın kökü değildi. Odanın bir yarısını saran kökler simsiyahtı; çürümüş, yapışkan ve parçalanmışlardı. Sanki ölü bir canlının damarları gibiydiler. Diğer yarısındaki kökler ise bembeyazdı; o kadar kırılgan ve camsı görünüyorlardı ki, dokunulsa parçalanacakmış gibi duruyorlardı. Işık ve gölge burada bir arada değil, birbirini yok etmeye çalışan iki ayrı hastalıklı güç gibiydi.

"Tanrılarım," diye inledi Sere, dehşetle.

"İşte," diye fısıldadı Moaito, sesi acı ve öfkeyle titreyerek. "Gördün mü, Sere? İşte Void'in gerçek yüzü. Sadece canlıları yutmuyor. Dünyanın en kadim, en saf dokusunu da çürütüyor. Işık da buna karşılık aşırılaşıyor, kaskatı kesiliyor. Denge yok olduğunda, geriye ne karanlık ne de aydınlık kalır. Sadece... hiçlik."

Odanın tam ortasında, siyah ve beyaz köklerin birbirine dolandığı noktada, yere oyulmuş sığ bir havuzcuk vardı. İçindeki su, tıpkı Kader Gölü gibi dümdüz ve siyahtı, ancak ortasında, hastalıklı beyaz köklerin yansıdığı soluk, dalgasız bir ışık huzmesi vardı.

Sere, içinde bir şeyin çağırdığını hissederek havuza yaklaştı. Eğildi ve suya baktı.

Yansıması anında bozuldu. Yüzü, çürüyen, siyah damarlarla kaplanmış bir gölgeye dönüştü. Gözleri, dipsiz bir umutsuzluk çukuruna dönüştü. Daha bir çığlık bile atamadan, sudaki o korkunç yansıma, sıvı bir gölge halinde fırlayıp onun üzerine atıldı!

Sere'yi fiziksel bir darbe değil, zihnini kemiren bir zehir gibi sardı. Zihninde, annesinin ölüm anının en karanlık, en çaresiz duyguları, bin kat şiddetiyle canlandı. "Bırak! Kaç! Hep kaçtın, yine kaçacaksın!" diyen bir ses yankılandı kafasında. Dizlerinin bağı çözüldü.

"MOAİTO!"

Moaito, bir ok gibi fırladı. Lumer ve Umbra'nın görüntüsü, ellerinde fiziksel olmasa da, onun iradesiyle odada parladı. Işığın özü ve gölgenin sessizliği, saf dengesizlik enerjisine karşı bir kılıç gibi savruldu. İki zıt güç, odada çakıştı; sessiz bir gürültüyle enerji dalgaları yaydı. Siyah kökler hışırdadı, beyaz kökler çatırdadı.

Ama gölge tamamen dağılmıyordu. Sere'nin korkusundan besleniyordu.

"Sere!" diye haykırdı Moaito, sesi gerginlikle gerilmişti. "Kalkanını kullan! Niyetini hatırla!"

Sere, yere çömelmiş, gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Gölgenin fısıltıları beynini kemiriyordu. Sonra, Moaito'nun sesi ona ulaştı. Niyetini hatırla. Göğsündeki Eşiğin Taşı'nın sıcaklığını hissetti. Suyun üzerinde yürürken hissettiği o saf kararlılığı, korkusunu yenme arzusunu hatırladı.

"Hayır," diye homurdandı, sesi titrek ama kararlıydı. "Ben... kaçmıyorum." Elleriyle Eşiğin Taşı'nı kavradı. Onu bir kalkan, bir sığınak gibi kullanarak, zihnindeki o korkunç fısıltılara karşı koydu. "Ben korkumu yenmek için buradayım!"

Taş, parlak, sıcak bir ışıkla patladı. Bu, yok edici bir ışık değil, arındırıcı bir alevdi. Gölge, bu saf niyet karşısında bir çığlık attı - sessiz, ruhları yırtan bir çığlık - ve dağılıp suyun içine geri çekildi.

Oda tekrar sessizliğe gömüldü. Sere, nefes nefese, titreyerek yerde oturuyordu. Moaito, yanına çöktü ve elini onun omzuna koydu. Bu sefer temas, bir rehberin değil, bir dostun temasıydı.

"İyi misin?" diye sordu, sesi alışılmadık derecede yumuşak.

Sere sadece başını sallayabildi. "O... o benim korkumdu, değil mi?"

"Evet. Ve sen onu yendin." Moaito ayağa kalktı ve etrafa baktı. "Ama bu sadece bir başlangıçtı. Void artık bizi biliyor."

Tam o sırada, gölgenin dağıldığı yerdeki siyah köklerin arkasında, daha önce fark edilmeyen dar bir yarık ortaya çıktı. İçeriden, temiz bir rüzgar esintisi ve uzak bir ışık sızıyordu. Yeni bir çıkıştı bu.

"Gidelim," dedi Sere, hâlâ titrek ama kararlı bir sesle ayağa kalkarak. "Buradan uzaklaşalım."

Moaito başını salladı. "Kaçmak için değil. Savaşmak için."

Ve arkalarında bıraktıkları çürümüş kökler, sadece bir odanın değil, tüm bir dünyanın kangren olmuş yarası gibiydi.

More Chapters