Ficool

Chapter 8 - 8.Bölüm-Taşlaşmış zaman

Kader Gölü'nün üzerinde attıkları her adım, suda hafif çemberler oluşturuyor, sanki durgunluğu yaran birer nişan gibiydi. Sere, bir süre sonra yürüyüşünün doğallığına kendini kaptırmıştı. Moaito ise her adımında, suyun ona biraz daha az direnç gösterdiğini hissediyor, Sere'nin yanındaki varlığının bu kadim sınav üzerindeki etkisine şaşırıyordu.

Kulenin önüne geldiklerinde, suyun soğuk nefesi yerini kadim taşların topraksı, ağır kokusuna bıraktı. Giriş, iki yanında birbirine dolanmış iki ağaç kabartması olan, basık ve geniş bir kemerdi. Kabartmalardan biri açık renkli taştan, diğeri ise koyu griydi. Işık ve Gölge. Ama burada, birbirlerine karşı değil, birbirini tamamlarcasına iç içe geçmişlerdi.

"Burası..." diye fısıldadı Sere, sesi kulenin içinde miniak bir yankı buldu.

"Evet," diye karşılık verdi Moaito, sesi alışılmadık derecede tok ve derinden geliyordu. "Dengenin doğduğu yerin gölgesi." İçeri adım attı. Havada, bin yıllık bir bekleyişin ağırlığı vardı. Burası onun için yabancı değildi; uzun zaman önce terk etmek zorunda kaldığı, ama rüyalarında sürekli gördüğü bir eve dönüş gibiydi. İçini, tarifsiz bir hüzün ve bir o kadar da ezici bir sorumluluk duygusu kapladı.

İçeri girdiklerinde nefesleri kesildi. Devasa, dairesel bir salonun ortasında, tavanı delip geçen, taşlaşmış devasa bir ağaç gövdesi yükseliyordu. Dalları değil, gövdesi bile taşa dönüşmüş, ama hala için için bir yaşam, bir enerji yayıyor gibiydi. Burası, Kutsal Ağaç'ın bir yansıması, bir yankısıydı.

Sere, huşu içinde yaklaştı ve parmak uçlarını taşlaşmış kabuğa değdirdi. Anında, Eşiğin Taşı göğsünde sıcacık ve sakin bir titreşimle karşılık verdi. Zihninde görüntüler değil, hisler belirdi: dinginlik, huzur, kesintisiz bir denge hissi. Burası onun için bir sığınak, bir barınaktı.

Moaito ise farklı hissediyordu. Duvarlara kazınmış kadim yazıtları okurken yüzü giderek asıldı, gözlerinde bir fırtına koptu. Bunlar, onun doğuş hikayesini, Ma'at'ın ayrılışını ve "Bekleyiş Çağı"nın kayıtlarını anlatıyordu. Kendi varoluşunun bir belgesiyle yüz yüze gelmek, onu huzursuz ve savunmasız bırakıyordu. Bu yazıtlar, bir zaferden ziyade bir yükün kanıtı gibiydi.

Onu asıl sarsan şey, ağacın tam karşısındaki küçük, sade odaydı. İçeri girdi. Burası, bir hücreydi. Tozlu bir taş yatak, boş bir niş ve duvarda, bir çift elin bıraktığı belirgin izler... Bu, bir zamanlar onun mekanıydı. Bin yıllık bekleyişinin, yalnızlığının tanığı.

İçgüdüsel olarak, elini duvardaki o kadim izlere yerleştirdi.

Dokunuşuyla birlikte, bir anı değil, bir duygu seli zihnini bastırdı. Görüntüler değil, saf, katıksız hisler:

· Yalnızlık: Gecenin en karanlık saatlerinde, bu hücrede tek başına oturup, dünyanın uykusunu izlerken hissettiği o kemirici, tarifsiz yalnızlık.

· Şüphe: "Acaba başarısız mı olacağım? Bir önceki gibi? Denge neden bir türlü gelmiyor?" diye kendi kendine sorduğu sonsuz anlar.

· Acı: Elian'ın yüzü – ister kardeşi ister selefi olsun – kaybedişin keskin, ama detaysız acısı. Bir yükümlülüğün, bir yasaklığın acısı.

Nefesi kesildi. Göğsü sıkıştı. Bin yıllık duvarı çatırdıyordu. Sert bir hareketle elini çekti, sanki taş onu yakmış gibi. Sırtını döndü, nefes alışverişi hızlı ve düzensizdi. O her zamanki güçlü, mesafeli Muhafız değil, yaralı bir varlıktı.

Sessizce, Sere yanına geldi. Hiçbir şey sormadı. Sadece orada durdu. Onun varlığı, yargılayıcı olmayan, sadece orada olan varlığı, Moaito'ya bir çeşit sığınak oldu.

Uzun bir sessizlikten sonra Moaito konuştu, sesi gergin ve alışılagelmişin dışında kırılgandı: "Bu taşlar... sadece taş değil. Bekleyişimin her anısı, her fısıltısı burada hapsolmuş. Bazen..." diye duraksadı, "...bazen unutmak istediğimiz şeyleri hatırlamak, en ağır yüktür."

Sere, yumuşak ama kararlı bir sesle cevap verdi: "Ama artık yalnız değilsin, Moaito. Ve hatırlamak zorunda değilsin. Sadece... ilerlemeye devam et. Tıpkı suyun üzerinde yaptığımız gibi. Adım atmaya devam et."

Bu sözler, basit ama güçlüydü. Tam o anda, salonun ortasındaki taşlaşmış ağacın gövdesinde hafif bir çatırtı sesi duyuldu. Gözle görülmez bir enerji dalgası geçti ve taşın bir kısmı, daha önce orada olmayan, aşağıya inen karanlık bir geçidi ortaya çıkardı. Dar, taş basamaklar derinliklere uzanıyordu.

Eşiğin Taşı, Sere'nin göğsünde, kararlı ve güçlü bir nabız atışı gibi parladı. Çağrı aşağıdan geliyordu.

Moaito, Sere'ye baktı. Bir "teşekkür" sözcüğü ağzından dökülmedi, dökülemezdi. Ama gözlerindeki o kadim buzul erimiş, yerini sade bir minnettarlık ve yenilenmiş bir kararlılık almıştı. Başıyla geçidi işaret etti.

Ve Moaito, bin yıllık yalnızlığın ağırlığının, paylaşıldığında taşınabilir bir yüke dönüşebileceğini o an anladı.

Birlikte, bilinmeyen derinliklere inen basamaklara yöneldiler.

More Chapters