Geceler bitmiyor gibiydi…
Zamanın akmadığı, nefes almanın bile ağır geldiği günlerin tam ortasındaydı. Karanlık odanın soğuk duvarları, artık ruhunun içine işlemişti. Her sabah gözlerini açtığında yeni bir umut değil, aynı sessizlik karşılıyordu onu.
Artık konuşmaya bile mecali yoktu. Dudaklarından dökülen tek cümle vardı:
"Yorgunum…"
Yorgundu.
Karanlıkla boğuşmaktan, kimseye sesini duyuramamaktan, yaşadığı onca acıyı taşımaktan yorgundu.
Bedeninden çok ruhu tükenmişti. Sessizliğin içinde yankılanan bu iki kelime, yıllardır içinde biriktirdiği her şeyin özeti gibiydi.
Hastalığın gölgesi onu biraz daha zayıflatmış, her gün aynada gördüğü yüz daha solgun, daha yabancı hale gelmişti. Gözlerinin derinliklerinde artık ne bir çocukluk kalmıştı, ne de bir hayal…
Bazı geceler başını dizlerine yaslayıp içinden sessizce fısıldardı:
"Keşke biri beni duysa… Keşke bir kez sarılsa…"
Ama kimse gelmezdi. Ve her gelmeyen gün, yorgunluğuna bir kat daha eklenirdi.
Artık yaşamla ölüm arasındaki çizgi, ince bir duman gibiydi — silik, belirsiz…
Yine de, kalbinin bir köşesinde sönmemiş küçücük bir kıvılcım vardı. Onu ayakta tutan, belki de sadece bu minicik ışık… Çünkü her ne kadar "yorgunum" dese de, içinde hâlâ bir parça "bitmedim" diyen bir ses vardı.