Ficool

Chapter 1 - Kabus

Etrafı derin bir karanlık kaplamıştı. Akira, elini uzattığında parmaklarının bile ucunu zor seçebiliyordu. Gözbebekleri iyice büyümüş, nefesi sıklaşmıştı. Tahta zeminde yankılanan adımları, boş malikanenin sessizliğini daha da ürpertici kılıyordu.

Akira: B-ben neredeyim?..

Sesi, boğuk bir yankıyla duvarlardan geri döndü. Önünde uzun koridorlar uzanıyordu. Kapılar o kadar büyüktü ki, sanki devlere aitmiş gibi ağır bir hava yayıyorlardı. Her adımında kalbi göğsünü delip çıkacak gibi atıyordu.

Nihayet loş bir ışık gördü. Camların olduğu bir koridor… Gözleri parladı ve oraya doğru koşmaya başladı. Ayak sesleri boş odalarda yankılanıyor, neredeyse malikanenin kendisi canlanmış da onu takip ediyormuş gibi hissettiriyordu.

Koridorun sonuna ulaştığında büyük pencereden dışarı baktı. Şaşkınlıkla gözleri büyüdü.

Geceydi.

Ama dışarıda hiçbir şey yoktu. Ne evler, ne sokaklar, ne de insanlar… Sadece karanlığın içine gömülmüş kocaman bir bahçe. Ağaçlar bile ölü gibi hareketsizdi.

Akira'nın boğazı kurudu. Telaşla aşağı inmeye karar verdi ve yeniden koşmaya başladı.

Tam o sırada, kulaklarını delen ince bir ses duydu.

"Y… yardım edin…"

Akira refleksle durdu. Tüyleri diken diken oldu. Ses yankılanıyor, karanlıkta kayboluyordu. Bir an tereddüt etti, sonra istemsizce o yöne doğru ilerlemeye başladı.

Ses yaklaştıkça daha belirgin hale geldi. Akira ağır bir kapının yanından geçti, sonra geniş bir merdivenle karşılaştı. Ayağı istemsizce basamaklara indi. Bir, iki, üç kat aşağı… Her adımda hava daha da ağırlaşıyor, duvarlar daha nemli ve soğuk hale geliyordu.

Artık ne cam vardı, ne büyük kapılar. Sanki binanın kalbinden çıkmış da yerin altına, bir mahzene inmişti. Buradaki hava rutubet kokuyor, sessizlik arasında sadece kendi nefesini duyabiliyordu.

Derken… gözleri bir şey yakaladı. Zeminde koyu kırmızı izler vardı.

Kan.

Parlaklığı çoktan sönmüş, siyaha çalan kan lekeleri… Akira'nın elleri titremeye başladı. Ama adımları durmadı. İçinde garip bir güç, o sesi takip etmeye zorluyordu.

Ses artık netti. Küçük bir çocuğun sesi…

"Y-yardım edin… Y-yardım edin…"

Akira hızla kapıya yöneldi. Kalbi göğsünden çıkacak gibiydi. Elleri terlemişti ama yine de kapıyı itti.

Kapı açıldığında karşısındaki manzara Akira'nın nefesini kesti.

Oda karanlıktı. Nemli taş duvarların önünde küçük bir çocuk asılı duruyordu. İnce iplerle kolları bağlanmış, sırtı duvara yaslanmıştı. Kıyafetleri parçalanmış, küçük bedeni kan içindeydi. Karanlık, çocuğun yüzünü gizliyordu ama başı öne eğilmiş, neredeyse hiç hareket etmiyordu.

Akira: B-burada… ne oldu?..

Sesi titredi, boğazından zorla çıktı.

Çocuğun dudakları aralandı. Kısık, acı dolu bir sesle fısıldadı.

Çocuk: Y-yardım… e-et…

Akira'nın dizlerinin bağı çözüldü. Bir adım atmak istedi ama ayakları sanki yere çivilenmişti. Gözlerini çocuktan ayıramıyordu.

Birden… çocuk titremeye başladı. Dişlerini sıktı, tırnakları avuçlarını deliyordu. Çıkan ses karanlık odada yankılandı.

Çocuk: H-hepsini öldüreceğim… H-hepsini öldüreceğim…

Akira'nın yüzü dondu. Nefesi kesildi.

O an çocuk başını yavaşça kaldırdı. Karanlığın içinden gözleri göründü. Parlak, zehirli bir yeşil…

Gözler bir anda Akira'ya kilitlendi.

Akira'nın yüreği yerinden fırlayacak gibi oldu. Sanki ciğerleri parçalanmıştı. Ölümün nefesini ensesinde hissetti.

Akira içinden bağırdı: "Öleceğim… Burada öleceğim!.."

Çocuğun gözlerindeki parıltı büyüdükçe büyüdü…

Derken, bir ses duyuldu.

—Akira… hadi kalk artık! Bak, kalkmazsan senin yemeğini de ben yerim!

8 yaşındaki Akira Valen, gözkapaklarını ağır ağır araladı. Nefesi hâlâ düzensizdi, kalbi küt küt atıyordu. Uykudan uyanır uyanmaz gördüğü manzara, biraz önce yaşadığı kabusun gerçek olmadığını hatırlattı ona.

Sıcak sabah ışıklarıyla dolu, ahşap kokan bir evin içindeydi. Bahçeye açılan büyük cam, güneşin ışığını doğrudan odasına taşıyordu. Rüzgarın hafifçe dalgalandırdığı perdelerle birlikte oda huzurlu görünüyordu, fakat Akira'nın yüzündeki kasvetli ifade bu huzura gölge düşürüyordu.

Yatağında doğruldu, ama yerinden kalkmadı. Boş gözlerle karşıya bakarken, derin bir sessizlik çöktü odaya.

Kapı yavaşça gıcırdayarak açıldı. İçeri, yüzünde sıcak bir gülümseme taşıyan ama gözlerindeki uyanıklıkla her şeyi sezebilecekmiş gibi görünen Mira girdi. Ablasının bakışları, Akira'nın solgun suratına ilişince şaşkınlıkla büyüdü.

—Yoksa yine kabus mu gördün sen?

Akira, silkinerek başını salladı.

—Eh… sanırım… hatırlamıyorum ama… sanki bir çocuk gördüm.

Mira, meraklı bir tavırla yaklaştı.

—Bir çocuk mu? Bu sefer kötü bir kabus olmasa gerek.

Akira'nın yüzü ciddileşti.

—Hayır, hayır… bu kesinlikle en korkunçlarındandı. Sıralama yapsam… kesinlikle ilk üçe girerdi.

Mira sessiz adımlarla yanına yaklaştı. Birden, Akira'nın kulağına doğru eğildi. Akira yerinden sıçrayarak çığlık attı.

—Abla, ne yapıyorsun ya?!

Mira kahkahalarla güldü. Kahkahasının sıcaklığı odayı doldurdu.

Tam o sırada içeriden tok bir ses duyuldu.

—Akira yine kabus mu görmüş? Niye bağırıyor sabahtan beri?

Bu, büyükbabasının sesiydi.

Mira, kapıya doğru bağırarak cevap verdi:

—Evet, kabus görmüş!

Biraz sonra büyükannenin sesi duyuldu.

—Hadi, kahvaltı hazır! Kahvaltıya gelin!

Mira başını salladı, sonra yeniden Akira'ya döndü. Yumuşak bir tavırla onun sol kolunu tuttu.

—Hmm… sana şu ışıkları kapatmadan yatma diye kaç kere daha söyleyeceğim acaba?

Akira yüzünü buruşturdu.

—Ah! Acıdı…

—Hadi gel, sofraya. Herkes seni bekliyor.

Akira'nın yüzü düştü.

—Bugün okula gitmesem olmaz mı?

Mira, kardeşinin halini hemen anlamıştı. Yine de neşeli bir ifadeyle karşılık verdi:

—Tabii ki olmaz.

—Ama neden…

Bu sefer Mira'nın bakışları ciddileşti.

—Akira… sana kaç kere daha söyleyeceğim? Pes etmemen gerektiğini… Çok çalışacaksın. Ve bir gün, tüm arkadaşlarına enerjinle neler yapabildiğini göstereceksin.

Bunu söyledikten sonra, Mira odadan çıkıp gitti. Akira derin bir iç çekti. Zor da olsa yatağından kalktı ve ayaklarını sürüyerek sofraya yöneldi.

Kahvaltı masasında büyükanne ve büyükbaba çoktan oturmuştu. Masada mis gibi taze ekmek, reçel ve büyükannenin elleriyle hazırladığı sıcak çorba vardı.

Akira uykulu gözlerle sandalyeye otururken, büyükanne gülümseyerek konuştu:

—Hoş geldin, Akiracığım.

Büyükbaba ise kaşlarını çattı.

—Okula geç kalacaksın. Böyle olmaz.

Mira, hemen söze girdi, yüzünde alaycı bir gülümseme vardı:

—Bak, sen gelene kadar sofrada hiçbir şey kalmadı.

Akira homurdanarak cevap verdi.

—Hoş buldum, nene… Hâlâ uykum var. Ayrıca, eğer hiçbir şey kalmadıysa kesin sen yedin, değil mi?

Mira gözlerini kısarak gülümsedi.

—Bak sen, ağzın da iyi laf yapıyor… Benim kim olduğumu unuttun herhalde.

Akira, başını hafifçe yana eğip abartılı bir sesle cevapladı:

—Hayır, tabii ki de unutmadım. Sen muhteşem Mira Valen'sin, değil mi?

Mira, gururla göğsünü kabarttı.

—Tabii ki öyleyim. Ama merak etme, sen bir gün benden daha muhteşem olacaksın.

Akira'nın yüzü gölgelendi. İçinden, hüzünlü bir şekilde düşündü: Ben asla ablam gibi olamayacağım…

Büyükbaba sert bir sesle söze girdi.

—Pes etmek zayıf insanlara göredir. Eğer çalışırsan ve pes etmezsen, her şeyi yapabilirsin.

Mira, büyükbabasının bu sözlerine alaycı bir kahkaha eşliğinde karşılık verdi:

—Büyükbaba, sen filozof falan değilsin. Neden böyle sözler söyleyip filozof gibi duruyorsun?

Büyükbabanın kaşları anında çatıldı.

—Mira!!

Masaya kısa bir sessizlik çöktü. Ardından Akira, gözleri merakla parlayarak büyükannesine döndü.

—Büyükanne, büyükanne… geçen anlattığın efsaneyi tekrar anlatır mısın?

Büyükanne gülümsedi, gözlerinde ciddiyet parladı.

—O efsane değil, yavrum. O gerçek.

Mira ile büyükbaba sırıtıyorlardı ama kahkahalarını zor tutuyorlardı. Birkaç saniye sonra tutamadılar ve kıkırdamaya başladılar.

Büyükanne sert bir sesle kızdı.

—Yaklaşık yüz sene önce, Volgrath kardeşler olarak bilinen dokuz kardeşin büyük bir savaş başlatmasıyla dünya çalkalandı. Çok fazla insan öldü, krallıklar çöküşün eşiğine geldi. İnsanlar neredeyse kaybedecekti. Fakat… benim büyük dedem, insanları birleştirerek savaşı kazanmayı başardı. Ve Velmo—

Büyükanne sözünü bitiremeden, Mira ile büyükbaba kahkaha atmaya başladılar. Bu sefer Akira da kendini tutamadı, gülmeye katıldı.

Sıcak kahkahalar evin içinde yankılandı, sabah ışığıyla birlikte aileyi sarmaladı.

Kahvaltının ardından Akira ayakkabılarını giydi, bahçenin küçük ahşap çitlerini açtı ve evden ayrıldı. Sabah rüzgârı yüzüne çarptığında biraz kendine geldi. Başkente, yani Eldravon'a giden yol yaklaşık yirmi beş otuz dakika sürüyordu.

Akira, okula geç kalmamak için koşmaya başladı. Yolda ayaklarının toprağa çarpış sesleri yankılanıyor, sabah serinliği ciğerlerine doluyordu. Fakat içinde hâlâ kabusundan ve kahvaltıdaki konuşmalardan kalan garip bir ağırlık vardı.

Okulun büyük kapısından içeri girdiğinde, daha ilk adımında bakışların üzerine çevrildiğini hissetti.

Öğrencilerin gözleri, fısıldaşmaları, alaycı kahkahaları kulaklarına bir bir çarpıyordu:

—İşte o! Enerji kullanamayan çocuk.

—Sınavlarda kesin başarısız olacak.

—Ailesine yük…

Birkaç öğrenci kahkaha attı. Sesleri, Akira'nın omuzlarını daha da ağırlaştırdı. Başını öne eğerek sınıfına yürüdü. Sessizce yerine oturdu, ellerini yumruk yaparak sıktı. Bu şekilde utancını gizlemeye çalışıyordu.

Bir süre sonra sınıfın kapısı açıldı ve öğretmen içeri girdi. Öğrenciler arasındaki uğultu bir anda kesildi. Öğretmen tek kelime etmeden kürsüye geçti ve dersi anlatmaya başladı.

—Velmorya Krallığı, yüz sene önce… Babaları Valtherion ile birlikte dokuz kardeşin dünyada başlattığı büyük savaşın ardından kuruldu.

Sınıfta birkaç kişi dikkat kesilmişti, geri kalanlar sıkılmış bir yüzle dinliyordu. Öğretmenin sesi ağırlaştı.

—Bu savaş, insanlık için büyük bir dönüm noktasıydı. İnsanların yüzde yetmişi bu felakette hayatını kaybetti. Krallık, dünyaya barış getirmek için kuruldu ve o günden bu yana sadece birkaç savaş yaşandı.

Akira, dikkatle dinliyordu. Öğretmen devam ettiğinde, sesi sınıfa daha da ağır bastı:

—Valtherion ve dokuz kardeş hakkında hâlâ pek fazla şey bilinmemekte. Fakat kesin olan tek şey, hepsinin olağandışı ve korkunç güçlere sahip olduğudur.

Sınıfta uğultular yükseldi. Kimisi korkuyla kıpırdandı, kimisi ise dalga geçip kahkaha attı. Ama Akira'nın zihninde tek bir kelime yankılanıyordu:

Volgrath…

Okul günü bittiğinde Akira, dalgın bir şekilde sokaklarda yürüyordu. Kafasında hâlâ öğretmenin sözleri dolaşıyordu.

"Volgrath kardeşler… neden kimse onlar hakkında fazla bir şey bilmiyor?"

Tam o sırada, karşısına üç sarhoş adam çıktı. Gözleri bulanık, adımları dengesizdi ama tehditkâr bir şekilde Akira'nın yolunu kestiler.

—Hmm? Ne dedin sen?

—Volgrath mı dedin?

—O ismi burada anmak uğursuzluk getirir.

Akira irkilip geri çekildi, başını eğerek konuştu.

—Özür dilerim… bir daha söyleme—

Ama sözünü bitiremeden adamlar onu yakaladı, sırtını sertçe bir duvara yasladılar.

—Bırakın beni! B-bırakın!— Akira çaresizce kıvranıyordu.

Tam o sırada, kalabalığın arasından bir ses yankılandı:

—Akira'yı bırakın!!!

Bir çocuk, öfkeyle onların karşısına dikilmişti. Akira'nın yakın arkadaşı, Khan.

Adamlar bir an için Akira'yı bıraktı ve kahkahalar atarak Khan'a döndüler. Küçük çocuk korkuyordu ama yine de yerinden kıpırdamadı. Adamlar kahkaha eşliğinde Khan'ı itip kakmaya başladılar, birkaç yumruk da attılar.

Akira çaresizce izliyordu, ama Khan geri çekilmedi.

Bir süre sonra sarhoşlar sıkılıp uzaklaştı. Akira ve Khan, beraber eve doğru yürümeye başladılar. Akira, endişeyle arkadaşına baktı.

—Khan… neden yaptın ki? Şimdi sen fena dayak yedin…

Khan dudaklarını büktü, ukala bir tavırla başını çevirdi.

—Ne dayak yemesi? Onları fena benzetirdim de, acıdım. Ayrıca… ben seni kurtardım.

Khan pelerinini arkaya doğru atarak gururla yürüdü.

Akira, istemsizce gülmeye başladı.

—Evet, sanırım beni kurtardın. Sen büyük bir kahramansın.

Khan kaşlarını çattı.

—Ne gülüyorsun ya?

Akira eve yaklaşınca rahatladı.

—Neyse, evime sonunda geldim. Daha sonra görüşürüz.

Khan pelerinini savurdu, yüzünde hafif bir gülümseme belirdi.

—Görüşürüz.

Ve yolları ayrıldı.

Akira eve girdiğinde alışılmış sessizliğin arasında bir gariplik fark etti. Gözleri istemsizce Mira'nın odasına kaydı ve orada gördüğü manzara kalbini sıkıştırdı: Ablası bavulunu hazırlıyordu.

Mira başını kaldırıp gülümsedi.

—Ah, Akira… sen mi geldin?

Akira, bir an tereddütle sordu.

—Nereye gidiyorsun?

Mira bavulunun içindekileri düzenlemeye devam ederken, hafif bir gülümsemeyle cevap verdi.

—Sana daha önce söylemiştim ya. Bir haftalığına başka bir krallığa gideceğim.

Akira'nın yüzündeki ifade hemen değişti, dudakları titredi.

—Ş-şimdi hatırladım… ama…

Mira yanına yaklaştı, onun sesindeki kırılmayı fark etmişti.

—Merak etme. Daha önce de gitmiştim. Hadi, bavulumu hazırlamama yardım et.

Akira söylenmeden yardım etti. Ellerini bavula attığında aslında gitmemesi için çırpınmak istiyordu ama sesi çıkmıyordu. Birlikte hazırlıkları tamamladılar. Mira sonunda kapıya yöneldi. Tam çıkacakken gözleri kardeşine takıldı. Akira'nın suratı iyice düşmüştü.

Mira derin bir nefes aldı, sesi yumuşadı.

—Akira, büyükanne ve büyükbaba yanında. Ayrıca sadece bir hafta yokum. Bu tavır da ne böyle?

Akira dudaklarını ısırdı.

—A-ama…

Mira hiç tereddüt etmeden Akira'ya sarıldı. Onu kollarının arasında sımsıkı tuttu. Gülümsemesiyle birlikte fısıldadı.

—Seni seviyorum.

Akira, gözleri büyümüş bir şekilde karşılık verdi.

—B-ben de seni…

Uzun süre öyle kaldılar. Akira şaşırmıştı, ablasının sarılışı her zamankinden daha sıkıydı. Kalbinin sesi neredeyse kulaklarında yankılanıyordu.

Akira kısık bir sesle sordu.

—Bana bu kadar sarılmak istediğini bilmiyordum.

Mira başını omzuna yasladı.

—Sadece sen beni özlemeyeceksin sonuçta…

Cümlesinin sonunda gözlerinden yaşlar süzüldü. Sessizce akıyordu ama Akira fark etmişti. Yine de bir şey demedi. Belki de ablasının güçlü görünme isteğini anlamıştı.

Sonunda Mira geri çekildi, gözyaşlarını gizlemeye çalışarak ayağa kalktı. Elleri titriyordu. Cebinden küçük bir kolye çıkardı.

—Akira… Bu kolyeyi sana hediye ediyorum. Sakın kaybetme.

Akira şaşkınlıkla gözlerini açtı.

—A-ama… bu senin en sevdiğin kolyen…

Mira arkasını döndü, cevap vermeden kapıya yöneldi. Kapıyı açtığında dışarıda karanlık ve yağmurlu bir gece vardı. Şemsiyesini açtı, yağmur damlalarının sesi sessizliği bastırıyordu.

Mira son kez arkasına dönüp, kardeşine baktı.

—Akira… hiçbir zaman pes etme. Korksan da, üzülsen de…

Akira ne olduğunu anlayamadan başını salladı.

—T-tamam… abla…

Mira, gözlerini büyükanneye çevirdi.

—Büyükanne… Akira'ya iyi bak.

Büyükanne sessizce başını salladı. Mira kapıyı kapatıp gitti. Yağmurun içinde küçülen silueti, karanlığa doğru kayboldu. Akira camın kenarına gidip ablasını izledi, ta ki görünmez olana kadar. Sonra yatağına girip uyudu, kalbinde anlaşılmaz bir sıkıntıyla.

Ertesi sabah, büyükannesinin hazırladığı kahvaltıyı hızlıca yaptı. Büyükbabası hâlâ uyuyordu. İçinde hâlâ dün geceden kalan bir ağırlık vardı ama üzerine düşünmedi, giyindi ve evden çıktı.

—Bu sefer biraz erken gitmeliyim.

Başkent yolunda ilerlerken, yirmi dakika sonra uzaktan yükselen siyah dumanı fark etti. Gözleri kocaman oldu. Bir ev yanıyordu. İçinden buharlar göğe yükseliyor, itfaiye askerleri zorla yangını kontrol altına almaya çalışıyordu. Çevre askerlerle çevrilmişti, kimsenin yaklaşmasına izin vermiyorlardı.

Akira kalbinin hızlandığını hissetti.

—Acaba içeride biri var mı?..

Bir süre izledi. Merakı ve endişesi birleşti. Dayanamadı. Çevreyi kolaçan edip yanan evin karşısındaki çatılara tırmandı. Oradan askerlerin gözünden kaçarak, yangının içinde kalan binaya girdi.

İçeride hava hâlâ sıcak, göz gözü görmeyecek kadar dumanlıydı. Akira koluyla ağzını kapattı, boğazı yanıyordu. Merdivenlerden en alt kata indiğinde gözlerine takılan ilk şey bir tabelaydı: "Ramenci."

Adımlarını ağırlaştırdı. Sonra, yerde üstü örtülmüş bir ceset gördü. Bir an dondu kaldı. Titreyerek yaklaştı, elleri soğuk bir tereddütle örtüyü kaldırdı.

Gözleri büyüdü. Cesedin bazı yerleri yanmış, tanınmaz hale gelmişti. Sırtında uzun ve derin bir yarık vardı. Hâlâ kan akıyordu. O görüntüyle midesi bulanıp kusacak gibi oldu ama kendini tuttu.

Tam geri çekilecekti ki… bir şey fark etti. Cesedin boynunda bir kolye vardı. Küçük, sade… ama tanıdık. Kendi boynundakiyle birebir aynıydı.

Akira'nın kalbi yerinden fırlayacak gibi çarpmaya başladı. Ellerini titreyerek uzattı. Gözleri dolmuştu.

Yavaşça cesedi ters çevirdi.

Ve donakaldı.

—O… b-bu… sen misin?..

Ağzından çıkan ses ince, kırık, titrek bir fısıltıydı. Zihni reddetmek istese de gözleri her şeyi söylüyordu. Karşısında yatan… Mira'ydı.

Parmakları ablasının saçlarına değdiğinde gerçeklik tüm ağırlığıyla çöktü. Zaman durmuş gibiydi. Gözlerinin önünden sahneler geçmeye başladı: sabah kahvaltılarında birlikte gülüşleri, bahçedeki oyunlar, ablasının öğütleri, sarılışları… Hepsi tek tek canlandı. Ve birer birer, paramparça oldu.

Akira dizlerinin üzerine çöktü. Gözyaşları yanaklarından süzülmeye başladı. Ablasının ellerini tuttu, sımsıkı.

—A-abla… N-neden?..

Sesi boğuktu, kelimeler titrek çıkıyordu. Göğsünden bir çığlık kopmak üzereydi. Sonunda bağırmaya başladı.

—Abla! Lütfen… lütfen uyan! Ayağa kalk! Ne olur!

Sesinde öyle bir çaresizlik vardı ki, sanki kendi ruhu parçalanıyordu. Ablasının cansız bedenine sarıldı, onu bırakmak istemiyordu. Gözyaşlarıyla yüzü ıslanmış, titreyen nefesiyle cümleleri birbirine karışmıştı.

—Abla… ben… buradayım… seni bırakmayacağım… nolur… uyan…

Dünyası tamamen sessizleşmişti. İçinde derin bir boşluk, tarifsiz bir acı… Kalbinin attığı her ritim, onu biraz daha kesiyordu.

Çığlıklarını askerler duydu. Koşarak içeri girdiler. Akira'yı ablasının bedeninden ayırmaya çalıştılar ama o var gücüyle direndi.

—Bırakın! Bırakın! Ona dokunmayın! Onu benden almayın!

Ama elleri güçsüzdü. Çaresizdi. Askerler Mira'nın cansız bedenini kaldırıp götürürken, Akira'nın gözlerinden akan yaşlar durmuyordu. Elleri havada kalmış, sesi boğulmuştu.

Ve o an, Akira için dünya tüm renklerini kaybetti. Geriye sadece simsiyah bir boşluk kaldı.

More Chapters