Ficool

Chapter 6 - 6.Bölüm- Aynanın kırık kenarında kendisini gören kız

Bir kadının aynadaki yansıması asla yalnızca kendisine ait değildir.

Her gece aynı şey oluyor.

Kendi yansımamı görmek için odamın köşesinde terk edilmiş gibi duran aynama yaklaşıyorum. Ama önce hiç sahip olmadığım annemi görüyorum; dudaklarım onunkiler gibi sessiz, gözlerim aynı onun gibi yorgun.

Göz kapaklarımda, yıllar önce bir şey söyleyip pişman olduğu anın kırışıklıkları var.

Sonra hiç görmediğim babam...

Kaşlarım onun gibi çatılmış ve içinden her zamanki gibi aynı cümleyi geçiriyor: "Yine mi aynı surat?"

Aynanın alt köşesi çatlamış, camın kenarı keskin. Orası, kendimi en çok benzettiğim yer. O kırık yerden kendime baktığımda gözlerimin içi bulanıyor, yüzüm eğriliyor ve ben orada tam olarak kendimi görmek kâbusundan uyanamıyorum.

Düzgün kısımlar...

Topluma ait olan kısımlar: makyajlı, derli toplu, yüzünde sahte gülümseme dolu, mükemmel olan kısımlar... En çok da susturulmuş kısımlar.

Kırık kenar ise bağırmaktan sesi kısılmış olan, ama hâlâ nefes alan kısmım.

Ayşe abla her zaman aynanın temiz olması gerektiğini söylerdi; çünkü tozlar geleceği engellermiş.

Ama bu sabah silmemeye karar verdim. Belki gelecekten az az korkarım diye...

Ve belki aynanın kırık kenarı daha çok büyürse sana daha fazla benzerim diye.

Biliyor musun, insanlar aynalarda yüzünü ararlar.

Bense sesimi aramaktan başka bir şey yapamıyorum.

Ama ayna konuşmaz, sadece gösterir. Ve ben, gösterilmeye razı gelmedim bu sabah.

Bugün kırık kenardan bakacağım kendime, çünkü bugün eksik bir görüntüm, sahte bir tamlığımdan daha gerçek.

Nefes alıyorum... Ama gerçekten alıyor muyum bilmiyorum.

İçime çektiğim hava beni yaşatıyor mu, yoksa yavaşça zehirleyerek öldürüyor mu, bilmiyorum.

Yarın sabah ise aynayı parçalamaya karar verdim.

Kendimi paramparça görürsem daha gerçek olduğumu hisseder miyim, yoksa yine sadece pudralanmış hâlime mi göz yumarım?

Ama ben, eğer sesim duyulacaksa, o ses kırıkların, parçalanmış bütünlüğü bitmiş olan cam kırıklarından gelsin istiyorum.

Ve eğer biri beni yine duymayacaksa, en azından ben... ben kendimi duyayım istiyorum.

-

2005 Temmuz

Taylan o gün, odasının kapısını yarım aralık bırakmıştı. Koridordan gelen kahkahalar odanın içine sızıyor, duvarlarda yankılanıyordu. Babasının sesiyle tanımadığı bir kadının kahkahası birbirine karışıyordu.

O sırada ellerinde eski, kenarları yıpranmış bir fotoğraf vardı. Fotoğraftaki kadın gülümsüyordu - annesi. Taylan, onun gülüşünü hiç duymamıştı; sadece bu soluk kareden tanıyordu. Parmaklarını fotoğrafın üzerinden yavaşça gezdirdi, sanki dokunursa annesi gerçekten karşısında belirecekmiş gibi.

Kapı aralığından bir ses daha geldi. Babası bağırıyordu. Sözleri kırık cam gibi keskin, odanın sessizliğini paramparça ediyordu. Sonra kadın sesi, alaycı bir tonla cevap verdi. Ardından bardak kırılma sesi... Taylan irkildi.

Yatağın kenarına oturdu. Annesi yaşasaydı, bu ev böyle olmazdı diye düşündü. Belki mutfaktan çorba kokusu yayılırdı, belki babasının yüzündeki sert çizgiler olmazdı. Belki de yalnızca "oğlum" kelimesi, ilk kez sevgiyle söylenirdi.

Ama annesi yoktu. Babası vardı... ve her akşam başka bir kadının parfüm kokusu.

Taylan, fotoğrafı yastığının altına sakladı. Kapıdan içeri giren bütün gürültüleri susturmak ister gibi, elleriyle kulaklarını kapattı. Küçücük omuzları titriyordu, ama ağlamıyordu. Çünkü bu evde ağlamak, yalnızca daha çok bağırılmasına neden olurdu.Yıllar geçti. Taylan artık o fotoğrafı saklamıyordu; çünkü yıpranmış kâğıdın her kıvrımı, her soluk çizgisi, sadece özlemini derinleştiriyordu. Ama o günlerin sessizliği hâlâ içindeydi.

Çocukken kulaklarını kapatarak susturduğu sesler, şimdi zihninin içinde yankılanıyordu. Birinin kahkahası bile ona huzur değil, tehlike hatırlatıyordu. Güvendiği biri fazla yaklaşınca, içten içe geri adım atıyordu. Çünkü yaklaşan herkes, bir gün gidebilirdi - tıpkı annesi gibi.

Babası hâlâ hayatındaydı, ama baba kelimesi Taylan'ın dilinde hiçbir zaman sıcak bir anlam taşımadı. O kelime, onun için "korku" ve "öfke" arasında bir yerde sıkışıp kalmıştı.

Büyüdükçe, insanlara karşı soğuk ve mesafeli olmayı öğrendi. Çocukken ağlamadığı gibi, büyüyünce de gözyaşlarını kimseye göstermedi. Onun kırılganlığı, başkalarının göremeyeceği kadar derine gömülmüştü.

Ama yine de... bazı geceler, uykuya dalmadan hemen önce, o eski fotoğraftaki gülüşü hayal ederdi. O gülüşün, hayatında hiç duymadığı bir sesle ona "iyi geceler" dediğini. Ve o an, çocukluğundan beri ilk kez, yüreğinin derininde çok kısa bir süreliğine güven duygusu hissederdi...

Sonra sabah olurdu. Ve Taylan, yine aynı duvarları olan adam olurdu.

Günümüz

---

Karşımdaki şeye anlam vermeye çalışıyordum. Küçük bir anlam yakalamak için uğraşıyordum; çünkü alakasız bir yerde, bana benzeyen-hatta ben olan-o küçük bebek fotoğrafının anlamını çözmek kafamı iyice yormuştu.

Her ne kadar bir sebep arayıp düşünsem de yanımda kalan tek şey hiçbir şeydi.

O yüzden artık düşünce dünyamdan sıyrılmalı ve gerçekliğime dönmeliydim.

Bulduğum yerin farkına vardığımda hâlâ hasta odasındaydım.

Boğuk hava ciğerlerimi küle çevirircesine yakmıştı.

Ve ben hâlâ buradan çıkmayıp aşağı inmezken Taylan'ın bana olan merakını arttırdığımı biliyordum. Aşağı inip konuştuğumuz gibi onun bu evime bırakmasını, kendisinin de gözden kaybolmasını istiyordum. Çünkü burada beraber üç gün kalamazdık.

Kendimi toparlayıp en sonunda kapıyı açtığımda onunla karşılaştım. Taylan Sarp Parskan, uzun boyuyla bana kurduğu yükseklik hakimiyetiyle burada ne yaptığımı anlamaya çalışır bir ifade ile kaslarını kaldırmıştı ve dudaklarından o beş kelime döküldü:

"Senin ne işin var dedemin odasında?"

Dedesinin odası mı? Burada kalan dedesi miydi? demek istedim.Ama eğer burası dedesinin odasıysa neden şu an burada değildi? Kafamda bin bir tane soru vardı ve kafam cidden çatlayacak gibiydi.

Kapıyı arkamdan kapatıp yanına yaklaştığımda soğukkanlı bir şekilde, "Tuvaleti arıyordum, yanlışlıkla buraya girdim," dedim.

İnanmış mıydı, şüpheliydi ama nolur inansındı; çünkü çekmeceleri karıştırdığımı fark etmesini istemiyordum.

O ise yüzündeki şüpheci ifadeyi hiç geri çekmeden bana karşı bir adım attı ve kolumu tuttu.

"Sen ne işler karıştırıyorsun?"

Yok artık, dedim kendi kendime. Bu adam bu kadar zeki miydi yoksa ben mi çok pot kırıyordum?

Ona cevap vermeyip boş boş baktığımda nefesi yüzüme biraz daha yaklaştı. Bakışlarının derinliği beni resmen mezara gömdü ama diyebileceğim hiçbir şey bulamıyordum.

En son "Hiçbir şey yapmıyorum," dediğimde kolumu bıraktı ve belimden tutarak beni duvara yasladı.

Sinirli ve kızarmış gözleriyle nefesini bana yaklaştırıp, "Doğru olan her ne boksa onu söylemeden bir adım bile atamazsın Liya. Tekrar soruyorum: Ne işin vardı dedemin odasında?"

"Meraktan girdim," dedim, çünkü o an daha iyi bir bahane bulamazdım.

Taylan, bıkmış bir şekilde elini alnına götürdü ve, "Sen beni aptal mı sandın? Yiyeceğimi falan mı sanıyorsun?" dediğinde gözlerimi devirdim.

Neden bu odaya girmem onu bu kadar rahatsız etmişti? Saklanması gereken bir şeyler mi vardı, yoksa ben mi kafamda kuruyordum?

Bunları düşünürken yüzlerimizin arasında sadece dört parmak mesafe olduğunu fark ettim. Nefesi yüzüme çarpıyordu, sımsıcaktı; beni resmen ısıtmıştı. Gözlerim kaydı. Kahrolsun ki, kaydı olmayacak bir yere... Dudaklarına. Nasıl bu kadar dolgun ve renkli olabiliyordu? Hâlâ ona bir cevap vermemi bekliyordu. Ben ona o cevabı vermedim; ona başka bir şey verdim:

Öpücük.

Onu öptüm.

O benden sadece bir cümle beklerken ben ona dudaklarımı verdim.

Ne yaptığımı anlamamış bir şekilde gözlerimin içine bakıyordu ve şaşkınlıktan göz bebekleri büyümüştü.

Dudaklarım hâlâ onun dudaklarının üzerindeyken alt dudaklarını dudaklarımın arasına çektim. Bana karşılık vermesini deli gibi istiyordum. Neden böyle bilmiyordum ama ona cinsel olarak aşırı bir çekim hissediyordum. Beni öpmesini istiyordum, ama öpmedi; hatta geri çekildi, kafasını benden uzaklaştırıp beni omuzlarımdan tutup geri ittiğinde, "Ne yaptığını sanıyorsun?" diye bir fısıldayış yükseldi dudaklarından.

Haklıydı. Ne yaptığımı sanıyordum? Acayip utanmıştım. Keşke yer yarılsa ve ben içine girseydim diye düşündüm. Ama ne yer yarıldı ne de ben içine girdim.

Utançtan geri itildiğim yerden hareketlenerek merdivenlere doğru yürüdüm. Yüzüne bakamayacak kadar utanç içindeydim. Hadi öptüm dudaklarını, onu geç... Neden alt dudaklarını dudaklarımın arasına almıştım? Çünkü aptaldım. Bu kadar basitti: İlgiye muhtaç bir kızdım, sırf bana sandviç yaptı diye, dün onunla uyudum diye ona karşı çekim hissediyordum. Hayatıma giren tüm erkeklere âşık olduğumu sanmıştım. Ama günün sonunda pişmanlıkla olduğum yerde kalmıştım. Ben sevgiye muhtaçtım, çünkü sevgiden mahrum kalmıştım; ve ben sevgiye muhtaçtım, çünkü ufacık ilgiyi çok şey sanmıştım.

Merdivenlere doğru yürürken düşündüklerim beni resmen ağlatacaktı. Yalnızlığım ve yaptığım şeylerden duyduğum pişmanlık, bir gün sivri bir bıçak gibi kalbime yaslanacaktı; bundan emindim.

Ama bir şey oldu.

Beklemediğim bir şey.

Bir el kolumu tuttu.

Taylan Sarp Parskan...

Kolumu tutup beni kendine çektiğinde, ellerini belime koyup beni kendine yasladı ve bir saniye içerisinde dudaklarını dudaklarımla buluşturdu.

Sımsıcak nefesi yüzüme çarpıyordu.

Beni hararetli bir şekilde öpmeye başlamıştı ama şaşkınlığımdan ötürü ona geri karşılık veremiyordum. Beni öpüp öpüp duvara doğru götürerek, duvarla arasında kalmamı sağladı.

Alt dudağımı ağzının içinde eritircesine emiyordu.

Siktir, bunu çok iyi beceriyordu.

Ona karşılık verip nihayet dudaklarımızla birbirimizi yemeye devam ederken dilini ağzımın içine soktu.

Bu davetsiz misafiri, durumdan çok hoşnut olmuş bir şekilde, hiç de davetsiz değilmiş gibi ağzıma misafir olarak almıştım. Dillerimiz kendi aralarında savaşırken Taylan'ın dudaklarından bir inleme döküldü.

Gerçekten onu bu kadar etkilemiş miydim?

O kadar güzel mi öpüyordum?

Öpüşlerimiz asla durmazken elini belime bastırmaya başladı, resmen belimi okşuyordu. Bu, kadınlığımın onu daha çok arzulamasına sebep oldu.

Bana kendini daha çok yasladığında vücuduma değen bir sertlik hissettim ve o an anladım ki o da benim kadar beni arzulamıştı, hoşuma gitmişti. Ve bu histen sonra dudaklarım kıvrılmıştı.

Suratına baktığımda ne düşündüğümü anlamış olacaktı ki onun da dudakları kıvrıldı ve ağzından bir kelime döküldü.Asla unutamayacağım bir kelime olacaktı, ama o an bundan haberim yoktu.

Dudaklarını dudaklarımdan çekip beni kendine daha çok yasladığında gözlerimin içine baktı ve sıcak nefesi yüzüme vururken zevk almış bir şekilde, "Başkasın," dedi.

"Başkasın..."

Bilmiyorum, belki de 30 dakika aralıksız öpüşmüşüzdür; haberim yok, çünkü zaman kavramı adeta kaybolmuştu. Ama en sonunda Taylan'ın ısırmadan sızlayan dudaklarımdan hırs alıp dudaklarını ısırdım, kanatmıştım. Hoşuna gitmişti.

En son onu nefes almak için kendimden uzaklaştırdığımda bana bakıp sırıttı ve kafasını kafama yaklaştırıp, "Bu kadar iyi olduğunu bilseydim daha erken yapardık bunu," dedi.

Gülmüştüm. Daha ne kadar erken olabilirdi ki? Sadece iki gündür tanışıyorduk.

Ellerimi çenesine koydum ve son kez onu öpmek için kafasını ellerimin arasına aldım. Onu öperken kafasını kendime doğru bastırmak çok hoşuma gitmişti.

Bu öpücük ilkti ama son olmasını istemezdim; çünkü güzeldi. Hem de baya güzeldi.

Öpüşmemiz nihayet bittiğinde ona dönüp kollarımı omzuna atarak, "Ne zaman beni evime bırakıyorsun?" dedim.

Bunu demem onu şaşırtmış olacaktı ki tekrar belimi kavradı ve sırtımı duvara yasladı.

Ağzından dökülen kelimeler ise, "Bu kadar mı karşı koyamıyorsun? Benimle burada kalırsan kendine hâkim olamayacağını mı düşünüyorsun?" dediğinde, benimle resmen flörtleşiyordu ve hayvan herif bunu gerçekten iyi beceriyordu.

Ona karşı koyamayacağımdan korkmuyordum. Aslında zaten koymak istemiyordum. Öpüşmekte bu kadar iyi olan birisi, diğer şeylerde kim bilir nasıldır diye düşünmeden edemedim.

Onu kendimden uzaklaştırdığımda yüzünden hiç eksilmeyen o gülümsemesini bir an olsun kaybetmedi.

Ben merdivenlere doğru ilerlerken birden kolumu tuttu ve elini çeneme götürdü."Ama gitmeden önce bir kez yemek yiyelim en azından," dedi.

Bu herif bana yemek yapmaya ne kadar meraklıydı! Ama hoşuma gidiyordu; umursanmak, ilgilenilmek hoşuma gidiyordu. Ve dediği her cümle beni, her erkekte olduğu gibi, kendine çekiyordu. Ona söylemek istiyordum: Taylan, bana böyle davranma, kolay kanarım, demek istiyordum. Ama o benim düşmanımdı; daha önce hiç bir dolandırdığım erkeğe karşı böyle yakın hissetmemiştim. Onun sanki büyüsü vardı.

Onun kolundan kurtulduğumda merdivenlerden aşağı inerken bir masanın üzerinde küçük bir erkek çocuğu fotoğrafı gördüm. Çok tatlıydı ama o kadar mutsuz duruyordu ki, onun için o an içimde bir burukluk hissettim.

Neydi bu kadar üzgün durmasına sebep olan şey bilmiyorum ama çocukken ben de mutsuz olduğum için, onu tanımasam bile mutsuz olduğunu anlayabildim.

Arkamdan gelen adım sesleriyle kafamı Taylan'a çevirecektim, tam kim bu çocuk? diye soracaktım, ama onun ağzından dökülen kelimelerle zaten her şey ortaya çıktı.

"Küçüklük halime de mi bayıldın yoksa?"

"Sen misin?" dedim, şaşırmış bir şekilde. Çünkü o olmasının imkânı yoktu; bu çocuk resmen kumraldı ve Taylan esmerin önde gideni idi.

O düşüncelerim arasından sıyrılmama yardım etti ve arkama geçerek, "Küçüklüğümde kumraldim buyudukçe böyle oldum," dedi.

O zaman anlamıştım: Taylan da göremediğim bazı şeyler vardı, gösteremediği bir yanı vardı ve herhangi birisi onu görecek diye ödü kopuyordu.

Nereden mi anladım? Çünkü ben de öyleydim.

Güneşin ışıkları artık evine dönmek üzere yola çıkmışken saat akşam 9'a geliyordu. Ben kocaman, geniş ahşap salonda otururken Taylan'ın bana yemek yapmasını bekliyordum. Beni düşünüp yemek yapması içimdeki küçük kız çocuğunun çok hoşuna gitmişti; resmen ilgiye muhtaçtı ve şu an mutluluktan yerinde duramıyordu.

Mutfaktan güzel et kokuları geliyordu; sanırım biftek yapıyordu. Ve ben onun yanına hiç gitmemiştim ne yapıyorsun? diye sormak için, çünkü kafam çok doluydu.

Öncelikle dedesi neredeydi? Taylan ne yaşamıştı ve benim bebeklik fotoğrafım... Hepsi beni derin bir kuyuya çekiyordu. Düşünmek istemediğim ama düşüp bakmak zorunda olduğum çok şey vardı.

Yemek yedikten sonra beni evime bırakacak, o da herhangi bir yere gidecekti, anlaştığımız gibi. Ama bu evde garip olan şeyler hissediyordum ve çözmeden gitmek istemiyordum; çünkü işime yarar bir şeyler bulabilirdim, tehdit etmek için herhangi bir malzeme bulabilirdim. Ama nereden başlayacağımı bilmiyordum.

Onunla öpüşmek çok kafamı bulandırmıştı ve bunun pişmanlığını çekiyordum. Artık mantığım çekimine baş kaldıramamıştı ve resmen kollarına atmıştım kendimi. Ama bir daha olsa, bir daha yapardım.

Seslenmesiyle yerimden canlandım, kalın sesiyle:

"Liya hadi gel, soğumasın." demişti.

Onu ikiletmeden gittigimde mutfaktaki güzel kokular burnumu doldurmuştu.

Harika bir masa hazırlamıştı.

Demek Taylan Sarp Parskan, yakışıklı olduğu kadar iyi bir şefti de!

Yemek yerken telefonumdan bir şarkı açtım. Müzik dinleyerek yemek yemeyi seviyordum. Açtığım şarkı ise Tamino - Indigo Night'tı. Bu şarkıya bayılıyordum; resmen bana huzuru hissettiriyordu. Ve onun sözleriyle kafamı ona çevirdim.

Sandalyesini yanıma çekip, "Müzik zevkinin bu kadar güzel olduğunu bilmiyordum," dedi.

Şaşırmış bir şekilde ona döndüm ve, "Tamino mu dinliyorsun?" dedim.

O ise sandalyemden tutup beni kendine biraz daha yaklaştırdığında, "Konserine bile gittim," dedi.

Ne yapmaya çalışıyordu? Beni tekrar öpecek miydi?

Sanırım öpücekti.

Yüzünü yüzüme yaklaştırdı, dudakları dudaklarıma değdi ama öpmedi; sadece burnunu burnuma sürttü. Huylanmıştım, burnum kaşınmıştı. Bunu anladığı için bana gülmüştü.

Ben de gülünce gözleri dudaklarıma takıldı.

Elini çeneme götürüp,kaşlarını çatıp "gülüşün," dedi, anlamaz bir ifadeyle.

Ona cevap vermediğimde, "Çok değişik" diye devam ettirdi cümlesini.

Ona anlamamış gibi bakıp, elini yüzümden itiklediğimde, "Ne diyorsun?" dedim.

Ve kendini benden uzaklaştırıp, "Boşver," dedi.

Yemeğimizi yediğimizde çok güzel doymuştum.

Şöminenin yanındaki iki koltukta beraber oturuyorduk ve ikimize de koyduğu şarapları içiyorduk.

Sessizliği bozup, hoşnutsuzmuş gibi "İçtikten sonra seni evine bırakırım," dedi.

Bıraksın istemiyordum. Burada bir gün daha kalıp bir şeyler araştırmak istiyordum; çünkü bu evde bir şeyler olduğuna emindim. O yüzden bunu ona söylemem lazımdı.

O cümlesini bitirdikten sonra gözlerinin içine bakıp kafamı hayır dercesine salladım; çünkü olamazdı, gidemezdim şu an buradan.

O da ne demek istediğimi anlamamış olacak ki gözlerini gözlerime diktiğinde, "Ne diyorsun Liya? Anlamadım," dedi.

"Sen gitmek istiyorsan git, ben burada bir gün daha kalacağım, havasını çok sevdim," dedim.

Yalana bak, at yalanı s***im, inananı, dedim içimden.

Ve o burada kalmak istememe çok şaşırmış gibiydi; elini kafasına götürüp kafasını kaşıdıktan sonra bana tekrar bakıp, "Hayır, olmaz. Tek kalamazsın. Dağın başı burası," dedi. Ve haklıydı; korkardım, kalamazdım. Dağ başlarından nefret ediyordum ama tabii ki bunu bilmiyordu, bilemezdi de.

"Ne yapacağız o zaman?" dedigimde bana karşılık ayaga kalktı ve yanima geldiğinde bana üstten bakıyordu, çünkü ben oturuyordum. Cümlesine başladığında elini tekrar çeneme koydu. Neden sürekli bunu yapıyordu? Bana bakıp,

"Beraber burada kalalım bu gece. Yarın akşam dağılırız, ben de seni evine götürürüm." dediğinde onu onaylamış gibi başımı hafifçe sallamıştım. Bu hareketime gülmüştü. Niye gülmüştü ki? Sanırım artık anlam aramayı bırakmam gerekiyordu.

Konuşmamız bittikten sonra beni yalnız bırakıp bir yere gitmişti. Nereye gittiğini bilmiyordum. Ben de girişte bıraktığım çantamı alıp banyoya doğru ilerlemeye başladım. Bacaklarım ağrıyordu, yine morarmış olmalıydı. Asla neden morardıklarını hatırlamıyordum.Ama sürekli hastaneye gitmeme rağmen sonuçlarım iyi çıkıyor, yine de bazı şeyleri unutuyordum.

Banyoya ulaştığımda önce dişlerimi fırçaladım, sonra yüzümü yıkayıp yaptığım hafif makyajı temizledim. Üzerimi nerede giyeceğimi bilmediğim için burada giyinmeye karar verdim. Kırmızı saten bir gecelik giydiğimde kendime aynada baktım ve gecenin bu saatinde bile çok güzel göründüğümü düşündüm.

Banyodan çıktığımda bir odadan yumruk sesleri geliyordu. Endişelendim. Sesin geldiği tarafa doğru gittiğimde kapıyı açar açmaz Taylan'ı gördüm. Sert bir şekilde dövüş torbasına vuruyordu.

Bu adam boks mu yapıyor? diye geçirdim içimden.

Beni fark ettiği anda arkasını döndü ve,

"Niye gözlerini kaçırıyorsun, seksi mi görünüyorum o kadar?" diye sordu.

Kahretsin ki... seksi görünüyordu. Hem de çok. Terleri esmer tenini parlatmıştı. Kaslı kolları ve göğsü... Canım dokunmak istemişti, kesinlikle. Ona bir şey söylediğimde genelde bunu onayladığımı sanıp gülüyordu. Durumu toparlamak için,

"Çok komiksin." dedim.

Gözlerimin içine bakıp sırıttı. Üzerime doğru yürümeye başladı. Ben geri geri giderken yanımdan geçti, bana bile bakmadı. Sadece,

"Duş alıp geliyorum, sen yatabilirsin. Beni bekleme." dedi.

Gıcık herif. Zaten beklemeyecektim ki. Tam arkamı dönmüş odaya doğru ilerlerken arkamdan alaycı bir sesle,

"Kırmızı ha..." dedi.

Kırmızı.

Odaya girdiğimde iki kişilik bir yatak olduğunu fark ettim. Ne yani, ikimiz de burada mı uyuyacaktık? "Beni bekleme" derken bunu mu kast ediyordu? Siktirsin, onunla uyumam! Aptal Liya... Uyudun zaten onunla, dedim kendi kendime, terastaki geceyi hatırlarken.

Yatağa doğru ilerledim. Burada ben yatacaktım, o da yerde yatsındı. Hatta bir sürü oda vardı bu evde, gitsin başka birinde yatsın, bana ne.

Yatağa girmek için yorganı kaldırdığımda, yastığın üzerinde ters çevrilmiş bir not gördüm. Elime alıp okumak için çevirdiğimde, yazan cümle beynimde fırtınalar kopardı:

"Beni bul."

--

Bazen kendi adımı unutur gibi oluyorum... Liya. Yutkunurken boğazıma takılan, dişlerimin arasına sıkışan, yabancı bir tat.O söylerken daha başkaydı, dudaklarımdan çıkınca bozuluyor, yamuluyor. İçimde bir kadın var-veya iki, belki de üç-ama hiçbirinin yüzü yok. Sadece gölgeler, birbirinin omuzlarına basarak yukarı tırmanıyorlar, sanki bedenimi ele geçirmek için yarışıyorlar. Hangisi benim? Hangisini öldürmeliyim?

Ayna... Orada bir şey var ama ben değilim. Bazen gözlerim bana ait değilmiş gibi bakıyor, kirpiklerimin ucunda başka birinin karanlığı asılı. Göz kapaklarımı kapatsam, orada kalır mı, yoksa içime mi sızar? Elleri soğuk birinin saçımı taradığını hissediyorum-biri beni hazırlıyor sanki, nereye gideceğimi bilmediğim bir yolculuk için. Ama aynadaki kız hâlâ bana bakıyor; gülümsemesi ince, dişlerinin arasından kan sızıyor gibi.

Uyumuyorum. Uykusuzluğun kokusu var, metalik. Dilimin üzerinde pas tadı. Tavana bakarken kendi nefesimi sayıyorum, ama bir yerde sayılar karışıyor, on yediden sonra ne geliyor, bilmiyorum. Belki de hiç gelmiyor. Her sayı biraz daha ağırlaştırıyor göğsümü, sanki ciğerlerim taşla doluyor.

Dışarıda insanlar konuşuyor, gülüyor, ama sesleri boğuk. İçimdeki odada ise rüzgâr yok, pencere kapalı, perdeler ağır. Kapının altından sızan ışığı izliyorum. Açarsam ne olur? Belki dışarı çıkarım, belki de içeride kalırım. Belki de kapının ötesi diye bir şey yoktur, sadece daha derin bir karanlık vardır.

Bedenim bana ait değil. Ellerim, parmaklarım... bazen kendi kendine hareket ediyor. Çenem kilitleniyor, dilim damağıma yapışıyor. Bazen kendi sesimden korkuyorum, bazen de sessizlikten. Hangisi daha kötü bilmiyorum. İçimde sürekli bir uğultu var-birinin sürekli adımı fısıldadığı ama sesini asla tam duyamadığım bir uğultu.

Ve bütün bunların ortasında, aniden, bir huzur çöküyor. Sanki boğulmakta olan biri suyun altındaki sessizliği keşfetmiş gibi... Kurtulmak istemiyorum.

More Chapters