Ficool

Chapter 3 - BÖLÜM 2: Bekleyen Gölge

Meclis kapandığında arkamda hiçbir ses duymadım. Kapı kapanmadı çünkü zaten açılmamıştı. Burası öyle bir yerdi. Girdiğinde seni yutar, çıktığında salıvermez. Sadece sen hareket edersin. Diğer her şey yerinde durur gibi görünür — ama oynayan sensindir.

Ayaklarım siyah taşların üzerinde yankı yapmıyordu. Zemine gölgeler düşüyordu ama ışık kaynağını göremiyordum. Bu yerin ışığı yoktu, sadece hatırlaması vardı. Taş duvarlar, eski tanrıların nefesini hâlâ üstünde taşıyordu. Gölge Meclisi'nin dışı içinden daha az güvenliydi.

İlk sola kıvrıldığımda onu gördüm. Hiçbir ses yoktu, koku yoktu, hareket yoktu — ama o oradaydı. Duvardan ayrılmış gibi, gölgeden sıyrılmış gibi. Siyah kürkü, parlayan gözleri, taş zemine batmadan yürüyüşüyle: Aman-Tekir.

"Senin burada olman gerekmezdi," dedim.

Cevap vermedi, her zamanki gibi. Ama gözleri konuştu. Kıpırdamadan beni izliyordu. Yüzünde ifade yoktu çünkü yüzü yoktu — sadece varlığı vardı. Bana ait değildi, benim korumam değildi, ama her zaman benimleydi. Gölge gibi değildi, gölgenin iradesiydi.

"Sustukları sürece senin burada kalman gerekecek, öyle mi?" dedim.

O yine sessizdi.

Ben ilerledim.

Tırpan hâlâ sırtımdaydı ama ağırlığını daha fazla hissediyordum. Sanki gölge meclisin içinde kalmıştı da onun yokluğu beni bastırıyordu. Vel Sceptrum her zaman hafifti, sadece taşımak istemediğinde ağırlaşırdı.

"Sence hangisi yalan söylüyor?" dedim, arkama bakmadan.

"Isira mı? Ares mi? Yoksa Odin'in vekili mi?"

Durdum.

"Yoksa... hepsi mi?"

Aman-Tekir'in sesi yoktu ama ayak seslerini duydum. Taşın üstünde bir tıkırtı. Bir pençe, sonra bir başka. Yavaşça yaklaştı. Yanımda durdu. Beni geçmedi. Ama arkamda da kalmadı. Yürümeye devam ettim.

Taş duvarların arasında ilerledikçe rüzgâr hissetmeye başladım. Burada rüzgâr yoktu normalde. Bu, içeriden gelen bir işaretti. Ya biri gölgeyi çekiyordu ya da biri gölgeye yürüyordu. Aynı şeydi.

Sütunlu geçide vardığımızda, ileride bir figür gördüm. Elinde asa yoktu, tırpan taşımıyordu. Ama duruşu bir tanrı vekilinin duruşuydu. Silueti tanıdık gelmedi. Bu, mecliste olmayan biriydi. Ama meclisin kararlarına tanık olacak kadar yakın biriydi.

Durmadım.

Yanımda duran Aman-Tekir hareket etmedi.

Figür konuşmadı ama çekilmedi de. Yaklaştıkça bir ayrıntıyı fark ettim — gözleri kapalıydı. Ayakta, sessiz ve gözleri mühürlü bir şekilde duruyordu. Elindeki parmaklarda mühürler vardı. Ama tanrıya değil, eski karanlığa ait sembollerdi.

Adını bilmiyordum. Ama kim olduğunu anlamıştım.

"Sen konuşmak istemiyorsun," dedim.

"Çünkü ağzın yok. Seni dinleyemem. Ama seni okuyabilirim."

Göz kapakları kıpırdadı.

Gölgeler uzadı.

Zemin karardı.

Arkamda bir ses geldi. Kısa, boğuk ve neredeyse mırıltıya yakın. Aman-Tekir miydi? Yoksa duvarın içinden mi geldi, ayırt edemedim. Bir şey ya ortaya çıkıyor ya da içeriden dışarı sızıyordu. Ve bu, gölgeye ait değildi. Bu şey, tanrıların bile adını unuttuğu bir şeye aitti.

Bir adım attım. Siluet dağıldı. Aman-Tekir arkamdan geldi, gölgesini benimkine eşledi.

Ben konuşmadım.

Taş duvarlarda yankılanan son sözler, bana değil, diğerlerineydi.

Bu yolda artık yalnız olmayacağımı biliyordum.

Ama yanımdaki şey sadakat değil, sadece amaç taşıyordu.

Siluetin dağılması, bir dağın yerinden oynaması gibi değildi. Daha çok, üstü örtülmüş bir yarığın açılması gibiydi. Görünen şey gitmedi; sadece şekil değiştirdi. Onun yokluğu, varlığından daha ağırdı. Hava çekilmiş gibi oldu, taş duvarlar bir an için içe doğru sarktı, sonra tekrar eski halini aldı. Ama bir şey hâlâ oradaydı. Görünmüyordu ama beni izliyordu.

Aman-Tekir gözlerini kıstı. İleri atılmadı. Her zaman olduğu gibi, tepki vermediği anda en tehlikeli hâlindeydi. O sessiz kalıyorsa, gölge henüz hareket etmeye değer bulunmamış demekti. Ben hâlâ elimde tırpanı tutmuyordum ama sırtımda taş gibi duruyordu. Ve ilginçtir, ağırlaşmıyordu artık. Sanki Vel Sceptrum bile bekliyordu.

Duvarlara gölgeler tırmanmaya başladı. Bu doğrudan ışıkla ilgili değildi. Bu yerin kendi belleğiydi. Hatırladığında gölge salar, unuttuğunda boşluk bırakır. Şu an hatırlıyordu. Bizi, o figürü, hatta bu taşta atılmış ilk adımı.

Yavaşça yürümeye devam ettim. Adımlarımın sesi hâlâ çıkmıyordu. Zemin sustuysa, bu ya benim sayemde ya da bana karşıydı. Bilmiyorum. Her şey belirsizdi. Belirsizliğin kendisi, burada bana yön çiziyordu.

Koridor bir noktada daraldı. Sol duvarda çatlaklar vardı — göze çarpmayan ama yakından bakınca yazı gibi görünen çizikler. Parmak izi değil, tırnak izi değil, zamanın kendisiyle oyulmuş bir şey. Eğilip baktım.

"O geldiğinde biz susacağız."

Dört dilde yazılmıştı. Eski Mısır, Eski Türkçe, bir Aztek sembol dizisi ve hiç tanımadığım bir işaret. Dördü de aynı cümleyi söylüyordu. Hepsi aynı taş çizgisinin üstünde, farklı alfabelerle, ama aynı eğimle.

Ben bu yazıyı koymadım ama kimin koyduğunu çok iyi biliyordum.

Aman-Tekir arkamdaydı ama yakındaydı.

Sessizliği sabır değil, tetikte bir izleme hâliydi.

"Onlar konuşmayacak," dedim. "Ama taşlar konuşuyor."

Bir adım daha attım ve duvar çatladı.

Hayır, sembol değil. Duvarın kendisi çatladı.

İncecik bir çizgi, duvarın yüzeyinden içeri doğru yayıldı.

Oradan çıkan şey, önce ses verdi.

Tık.

Sonra bir nefes.

Sanki taşın arkasında biri vardı ve şimdi uyanmıştı.

Vel Sceptrum sırtımda titredi.

Bu nadir olurdu. Kendi iradesiyle uyanırdı sadece.

O an anladım; gölgeyi çağıran ben değildim.

Birileri, çoktan beni çağırmıştı.

Parmaklarımı taşın çatlağına yaklaştırdım ama dokunmadım. Böyle şeylere el sürülmez. Bazı mühürler, dokunulduğunda değil, hatırlandığında açılır. Bu çatlak da onlardan biriydi. Hareketsiz durdum. Bekledim. Taşın ardı nefes alıyordu.

Aman-Tekir yanımda gölge gibi bekliyordu. Hâlâ hareketsizdi. Sadece gözlerini taşın iç duvarına sabitlemişti. Bir şey görüyordu. Benim göremediğim bir şey.

Duvar birden geriye doğru titreşti. Çatlak genişledi. Ama düşmedi, patlamadı, yıkılmadı. Sadece aralandı. İçinden ne ışık geldi, ne karanlık. Ses geldi.

Kısa, ince, tırnağın taşa değdiği bir ses.

Sonra bir fısıltı.

"Zan...Ka...tuk..."

Bir isim miydi? Bir uyarı mı? Tanımadığım bir dildeydi ama ağırlığını hissettim. Göğsümde yankı yaptı, değil kulakta — kemiğin içinde.

Aman-Tekir'in kulakları dikildi.

Ben bir adım geri çekildim.

Ses tekrarlanmadı ama bir iz bıraktı. Taşa kazınan bir işaret.

İlk başta silik görünüyordu. Sonra gölge geri çekilince netleşti.

Daire şeklinde, çevresi zikzaklı. İçinde bir göz — bakmayan bir göz.

Tanımıyordum ama taş onu hatırlıyordu.

Vel Sceptrum sırtımda kendi kendine kımıldadı. Tırpanın ucu yere değdi, istemsizce. Bir mühür daha soldu. Bu mühür Gölge Meclisi'n dışına aitti.

Yavaşça geri çekildim.

Geri döndüğümde bu duvar burada olmayabilir ama bu iz kalır ve "Zankatuk" adı, artık içimdeydi.

Ben o ismi unutmam.

Çünkü o isim, beni çağırdı ve çağrıya karşılık verilmezse, gölge geri dönmez.

More Chapters