Ormanın sık ağaçları arasından ilerledikçe ay ışığı zayıflamaya başladı. Başımı kaldırdığımda ay gökyüzündeydi, yerinden oynamamıştı ama ışığı bana ulaşmıyordu. Sanki onun bana bakması kesilmişti. Yoldan sapmamıştım, izleri doğru takip ettiğime emindim. Fakat çevremdeki her şey giderek daha boğucu, daha sessiz bir hâl aldı. Sessizlik doğanınki gibi değildi; bu, biri susarken etrafındakilerin nefes bile alamadığı türdendi. Önümde aniden açılan küçük bir boşluk, gümüşle cilalanmış gibi parlıyordu. Ay ışığı yalnızca bu açıklığın üzerine düşüyordu. Gökyüzüne tekrar baktım ama ayın yüzünü göremedim; sadece ışığı vardı. Bu doğal değildi. Işık, kaynağından uzaklaşmış gibi davranıyordu. Ay oradaydı ama bana ait olmayan bir yansımasını gönderiyordu. Açıklığın ortasında bir figür belirdi. Ne adım atma sesi duyuldu ne de yaprakların hışırtısı. Sanki yerin altından çıkarak havaya karışmış, sonra şekillenmişti. Uzun, silüet gibi bir varlıktı. Ayakları yere değmiyordu, ama bulunduğu yerin ağırlığını taşıdığı belliydi. Kolları iki yana açıktı, elleri bomboştu. Bir silah ya da nişane taşımıyordu, ama beni yerime çivileyen onun duruşuydu. "Sen, yolun ötesindesin," dediğinde sesi tanıdık gelmedi ama titreşimi zihnime daha önce bastırdığım bir yankıyı anımsattı. Bu ses Tsukuyomi'nin değilse bile, onun bir taklidi, bir yansıması gibiydi. Yüzünü göremiyordum ama durduğu şekil, o kadar bilinçliydi ki, burada sadece görünmek için değil, konuşmak için var olmuş gibiydi. "Elçi misin?" diye sordum. Sesim içimde yankılanmadan, doğrudan ona gitti. "Ben suretim," dedi, "onun değil... senden önce gelenin." Cümlede bir boşluk vardı, ama bilerek bırakılmış bir boşluktu. "Zankatuk mu?" dedim, adını yüksek sesle söylemekten kaçınmadım. O ise başını iki milimetre bile kıpırdatmadan yanıtladı: "Hayır, ondan da önce gelenin. Ayın ilk karanlığının."
Bu cevap açıklayıcı olmaktan çok test gibiydi. Ne ima ettiğini anlayamadım ama yanlış yanıt verirsem bir şeylerin kapanacağını hissettim. Bu tür karşılaşmalarda soru değil, duruş önemlidir. "Elimi uzatırsam neye dokunurum?" dedim. "Bana değil," diye karşılık verdi, "Kendine ama senin olmadığın bir zamana." İleri adım atmadım, o yaklaştı. Ay ışığı bedenini kuşattığında gerçekliğin dışına çıkmış gibi hissettim. Hava soğuk değildi, ama nefes alışlarım yavaşladı. Onunla aramdaki mesafe bir metre bile kalmadığında artık silüet değil, bir tür gölge yansımasıydı. Bana ait olmayan ama beni bilen bir şekil. "Burada bir şey bıraktın," dedi. "Ne?" dedim, içimdeki dürtüyle. "Gölgenin seni ilk izlediği parçanı." Cevap, zihnimde net bir düşünce gibi yer etmedi. Daha çok içimde bir ağrıyı tetikledi. Omzumdaki Vel Sceptrum ağırlaştı. Onun ağırlığını taşıyordum ama bu farklıydı; sanki tırpan kendini benimle aynı yöne çevirmek istemiyordu. Ay ışığı yoğunlaştı, sonra birden yok oldu. Gökyüzü karardı, açıklık da onunla birlikte silindi. Gözümü açtığımda figür yoktu.
Işık geri gelmemişti ama açıklık hâlâ oradaydı. Yalnızdım. Fakat yalnızlık sessizlikten değil, gözle görünmeyen bir bakışın varlığından doğuyordu. Elimi cebime attım. Ay taşı yoktu. Onun yerine avcumun içinde gümüş renkli, ince bir kesik vardı. Derin değildi, ama derimin altına işlenmiş gibiydi. Kan yoktu. Ama hâlâ sıcak hissediliyordu. Kendi tenimde bana ait olmayan bir hatırlatma gibi.
Bu, Tsukuyomi'nin ışığı değildi.
Bu, onun gölgesinin işaretiydi.
Avucumdaki kesik kapanmadı. Sıcaklığı azalsa da varlığı hâlâ hissediliyordu. Tenime değil, sinirlerime işlenmiş gibiydi. Vel Sceptrum'u sırtımda sabitledim ve açıklıktan çıkan dar patikaya geri döndüm. Ay ışığı burada da yoktu. Ağaçlar birbirine daha çok yaklaşıyor, yol giderek daralıyordu. Sessizlik, bir önceki kadar baskın değildi. Rüzgâr yeniden esmeye başlamıştı ama taşımadığı hiçbir mesaj yok gibiydi. Sanki ağaçlar yalnızca dinliyordu. İki adım sonra bir hareket gördüm. Göz ucuyla yakaladığım bir kıpırtı. Tırpanıma gitmedim. Bu ormanın içindeki ilk beklenmeyen şey değildi ve bu sefer saldırı değil, bekleyiş kokusu vardı. Adımlarımı yavaşlattım. Ses vermemeye dikkat ettim fakat o adım attı. Siyahlar içinde, ince yapılı biri patikanın kıyısından çıkıp doğrudan önümde belirdi. Yüzünü göremedim. Kapüşonu gölgeliydi. Ama yürüyüşündeki duruş, bir zamanlar aynı mecliste omuz omuza durduğum kişileri hatırlatıyordu. Elinde herhangi bir silah yoktu. Sadece durdu ve konuştu, "Ay sana sırtını döndüyse, bu artık senin gölgende saklıdır."
Cümle tamamlandığında adım atmadı. Geri de gitmedi. Patikanın kenarındaki ağaçların içine doğru bir hamlede kayboldu. Ne bir iz bıraktı ne de bir anlam tamlandı. Ben orada bir süre daha bekledim. Bu bir tehdit değildi, bir uyarıydı. Ve bu tür uyarılar bilgi taşımaz; kararlar doğurur. Avucumdaki kesik hâlâ ılıktı. Omzumdaki tırpan ağırlığını geri kazanmıştı. Ayın sureti geride kalmıştı ama ayın yüzü hâlâ bana dönmemişti. Ormanın dokusu değişmişti. Yosun tutmuş dallar gökyüzüne değil, sanki birbirine yaslanır gibiydi. Ağaçların arasında ilerledikçe ay ışığı yine belirsizleşti. Gökyüzü açıktı ama hiçbir yıldız görünmüyordu. Bu, geceden çok bir belirsizliğe benziyordu. Sırtımdaki Vel Sceptrum sabit dursa da taşıdığı ağırlık alıştığım gibi gelmiyordu. Ne hafifti ne de dengesiz. Bu, genellikle tırpanın uyarı verdiği bir durumdu. Dışarıdan gelen bir tehdit değil, içeriden doğacak bir şeylerin habercisi. Daha önce geçtiğime benzemeyen bir açıklığa vardım. Çevresi tamamen çalılıkla kaplıydı, yalnızca tek bir yoldan girilebiliyordu. Bu doğallıktan uzak bir düzenlemeydi. Ay ışığı bu alana nedense daha parlak düşüyordu ama kaynağı hâlâ görünür değildi. Göğe bakınca ayı göremiyordum, sadece ışığını hissediyordum. Bu ışığın gerçek olup olmadığını anlayamazdım. Ama açıklığın ortasında bir şey dikkatimi çekti: incecik bir taş sütun, üzerinde çatlaklarla kaplı bir mühür taşıyordu. Yere yaklaştım, mühüre baktım. Sembol tanıdıktı. Ay Düzeni'nin terk edilmiş eski tapınaklarında kullanılan, artık kullanılmayan bir işaretti. "Unutulmuş" kelimesini içeren bu mühür, genellikle terk edilen kutsal mekânlara konulurdu. Elimi uzattım ama sütuna değmeden geri çektim. Soğuk değildi, ama dokunmamam gerekiyormuş gibi hissettirdi. Elçilerin bıraktığı türden bir işaretti bu. Temas etmek, yalnızca fiziksel değil, zihinsel bir bağ açardı. Ve şu an içimde açılmasını istemediğim kadar çok kapı vardı. Sırtımı döndüğümde ormanın içinden gelen rüzgâr yön değiştirmişti. Artık arkamdan değil, yüzümden esiyordu. Bu, gözetlenmenin en açık işaretlerinden biriydi. Havadaki nem, tenime değil, içgüdülerime temas ediyordu. Su kenarına vardığımda yüzeyin hareketsizliğine takıldım. Akmayan bir dere, en az ay ışığı kadar rahatsız ediciydi. Elimi suya uzattığımda dokunduğum şey sıvı değildi. Bu bir akış değil, bekleyen bir yüzeydi. Sanki zamanın durduğu bir perdeye dokunuyordum.
Yüzeyde yansıyan şey, benim yüzüm değildi. Gözler vardı. Derinlikten bakan, kıpırdamayan, ama beni izleyen bir çift göz. Tepki vermedim. Sadece sessizce fısıldadım: "Zankatuk." Yansıma yok olmadı. Gözler sadece yavaşça kapandı. Bu, tehdit değil, kabul anlamına geliyordu. Ya da daha kötüsü: alışılmış bir dönüş. Ayağa kalktım. Ormandan gelen sesler durulmuştu. Sanki birileri içeri girmemi bekliyordu. Elimi cebime attım. Ay taşı yerinde değildi. Ama avcumda hâlâ iz vardı. Gümüş rengi, hilal şeklinde bir kesik. Derin değildi, kanamıyordu, ama sanki içime işlenmişti. Bu artık bir iz değil, bir mühürdü. Onunla geri dönemem. Onsuz da ileri gidemezdim. Tırpanımı sırtımda daha sabit bir konuma getirdim ve açıklıktan geçerek ağaçların arasına tekrar daldım. Ay ışığı geride kaldı. Artık ne yukarıdan gelen bir ışık vardı ne de yönümü gösteren bir iz. Sadece ilerlemem gerektiğini biliyordum. Çünkü gölgede saklanan şey, artık benim adımlarıma göre şekil alıyordu. Yol, kendini göstermeyi bıraktığında ay ışığı da arkamda kaldı. Ne yukarıdan bir ışık düşüyordu ne de önümde taşların yön verdiği işaretler kalmıştı. Ama yürümeye devam ettim. Ayaklarım toprağa basarken, her adımın ardından bedenim hafifçe geriliyor, omzumdaki tırpan sanki bulunduğu yeri beğenmeyip kendine daha karanlık bir yön seçmeye çalışıyordu. Bu davranışı daha önce yalnızca tehdit altındayken gösterirdi. Şimdiyse tehdit yoktu. Ya da henüz açığa çıkmamıştı. Birkaç adım sonra önüme düşen bir gölgeye farkında olmadan duraksadım. Gökyüzüne baktım, orada hiçbir şey yoktu. Ağaçlar sabitti, rüzgâr yoktu. Ama önümde, ayak ucumda beliriveren o biçimsiz gölge hareket ediyordu. Ne bir figüre ait görünüyordu ne de hayvanlara özgüydü. Sadece vardı. Sanki içimden geçen bir karanlık dışarıya düşmüş gibiydi. Bir şey söylemedim. Elimi cebime attım, kesik hâlâ avcumdaydı. Ama artık sıcak değildi. Tersine, soğumuş, taş gibi katılaşmıştı. Bir mühür gibi değil, sanki içeride kilitlenmiş bir şeyin son kalıntısı gibiydi. Zihnimin bir köşesinde, kendi düşünceme ait olmayan bir yankı dolaşıyordu. Kelimelere dönüşmeyen ama itiraz edemeyeceğim kadar tanıdık bir dürtü: "Geriye dönme."
Ormanın sessizliği değişti. Kuşlar yoktu. Dallar çıtırtıdan uzak. Bu sessizlik, tanrısal bir suskunluktan çok bir tür kabullenmeyi andırıyordu. Sanki herkes çoktan konuşmuştu ve artık kimse konuşmak istemiyordu. Tüm soruların zamanı geçmişti. Geriye sadece yürümek kalıyordu. İleride, siyah taşlarla örülmüş duvarın siluetini gördüm. Ağaçların arasından zar zor seçiliyordu ama yüksekliği ve yığılma şekli onu doğal kılmıyordu. Tapınaktan kalma, yarı gömülmüş bir geçiş olmalıydı. Zamanında kim bilir hangi Tanrı'ya adanmış, sonra unutulmuş. Belki de hiç hatırlanmamış bir yere gidiyordum ama ayaklarım çekinmedi, bedenim duraksamadı. Vel Sceptrum'un ucundaki ağırlık birden sabitlendi. Ne öne eğildi ne gerildi. Sanki yürüdüğüm yol, artık onun için de belirlenmişti. O an anladım. Yol, seçtiğim değil, çoktan seçilmiş olan bir çizgiydi. Sadece sıramın gelmesini bekliyormuşum. Taş duvara doğru yürürken, omzumdaki tırpan sessizdi. İçimdeki yankı ve bu sessizlik, ilk defa huzur değil, hazırlıktı.