Sabahın ilk ışıkları, odaya dumanlı bir alacakaranlık şeklinde süzülünce, Moneric Zin erken saatlerde kalkmış, Yonari'yi de uyandırmıştı. Sokaklar, dün geceye kıyasla daha hareketliydi. Pazar yerinden gelen bağırışlar, at arabalarının gürültüsü, esnafın teşhir ettiği meyve ve sebzelerin renk cümbüşü… Yonari, hayatında ilk kez bu kadar "ilkel" fakat bir o kadar da canlı bir manzara görüyordu. Moneric, "Ben şimdi pazara gideceğim, sen gez dolaş, iş bak. Eğer yardıma ihtiyacın olursa akşama dönersin," diyerek yine kendi sıradan işleriyle ilgileneceğini belirtti.
Yonari, aldığı kısa talimatlarla krallığın merkezine doğru yürümeye başladı. Yol boyunca taş duvarlı evler, odun kömürcüleri, nalbant dükkânları, çamur sıvalı hanlar ve insanların çeşitli işlerle meşgul olduğu geniş bir pazar alanını geçti. Burada envai çeşit kumaş, çömlek, yiyecek satılıyor, insanların yüksek sesle çağrıştığı, alıcıları ikna etmeye çalıştığı karnaval benzeri bir uğultu yükseliyordu. Yonari, böylesine farklı bir toplum düzeninde, teknolojiden uzak ve sadece el emeğiyle inşa edilmiş bir şehirde dikkatli gözlerle etrafı inceledi. Her şey ona yabancıydı ama bir o kadar da yeni bir maceranın kapılarını aralıyordu.
Merkeze yaklaştıkça, surların içinde uzanan ikinci bir yüksek duvar ve üzerinde kuleler bulunan daha korunaklı bir bölge gördü. Muhtemelen burası krallığın sarayının veya önemli yönetim binalarının bulunduğu yere açılıyordu. Büyük siyah ve gri taşlardan inşa edilmiş devasa bir yapı göze çarpıyordu. Ön cepheye doğru ilerleyince, sütun gibi yükselen duvarların keskin hatlarını fark etti. Dış cephesi, sert bazalt bloklarla desteklenmiş, köşeleriyse neredeyse oyma motiflerle bezeliydi. Yanından geçen iki asker, binayı işaret ederek "Orası saray," diye mırıldanıp geçtiler. Yonari kulak kabarttı; demek ki Tamul Krallığı'nın merkezi yönetim binası burasıydı.
Sarayın tam sol tarafındaysa, farklı bir renkte inşa edilmiş başka bir yapı yükseliyordu. Dış cephesinde kızıl taşlar kullanılmış, yukarıya doğru hafif oval hatlarla genişleyen tuhaf bir mimarisi vardı. Yapının yanlarında, göğe doğru dikilmiş iki dev sütun benzeri uzantı, tepe kısmında başlık gibi kıvrımlarla sonlanıyordu. Orta bölümdeyse büyük bir çark benzeri kabartma bulunuyordu. Çarkın içinde, bir kılıç silueti ve onun etrafını sarmalayan güneş şeklinde bir daire vardı. Daireyin dış halkasında ise birkaç hayvan figürü oyulmuştu: boynuzlu bir geyik, kanatlı bir kuş, sivri dişli bir yaban domuzu…
Yonari, çevreden geçen birine dönüp sordu, "Bu gördüğüm kırmızı bina nedir, bir tapınak mı?" Karşısındaki adam, iri göbekli ve buruşuk yüzlüydü, elinde büyük bir odun baltası vardı. "Orası Adak Sunağı," diye cevap verdi. "Tamul'un kadim inanç törenleri burada yapılır. Kurbanlar, adaklar, dinsel ayinler… Hepsi o kızıl binada gerçekleşir. Savaş zaferinden sonra da orada dualar edilir."
Yonari, merakla başını salladı. Birden, "Bu diyardaki insanlar gerçekte nasıl yaşıyorlar, inançları neler? Bu bina niye kırmızı?" gibi sayısız soru aklından geçiyordu. Adam, onun şaşkın bakışlarına alaycı bir gülümseme fırlatıp yoluna devam etti. Yonari, Adak Sunağı'nın önünde kısa süre dikildi. Büyük kapısının önünde birkaç rahip benzeri figür, koyu kahverengi cüppeler ve uzun asa taşıyorlardı. İçeriden hafif dumanlar yükseliyor, tütsü kokusu rüzgârla dışarı taşınıyordu. Bu, onun teknolojik laboratuvarına kıyasla bambaşka bir dünyanın habercisiydi.
Saray'ın önüne geldiğinde, orada da muhafızlar sıralanmıştı. Çok yaklaşmak istemedi; çünkü geceleyin bile bir kapıyı aşıp girmek neredeyse imkânsızken, gündüz daha da sıkı kontrol olduğu açıktı. Yine de uzak mesafeden binayı inceledi. Siyah ve gri taşların üst üste yerleşimi, ihtişamlı ama bir o kadar da karanlık bir hava katıyordu yapıya. Ön avluda büyük bir taş heykel gözüne çarptı. Bir aslanla, kanatlı bir yırtıcı kuşun ortak bir formu gibi yontulmuş, sert bakışlarıyla sanki ziyaretçileri süzer gibiydi.
Yonari, "Acaba krallık yönetimine ulaşsam bana yardım ederler mi?" diye düşündü. Ancak dün geceki muhafızların tavrını hatırladığında, bunun pek de kolay olmayacağını anladı. Kral veya Prens her kimse, hatta belki de birkaç soylu aile, bir yabancıyla ilgilenmek yerine kendi savaş meseleleriyle uğraşıyor olabilirdi. Üstelik son savaşta aldıkları kayıplar nedeniyle tüm krallık diken üstündeydi.
Etrafı bir süre daha dolaşıp, ellerinde çuval veya sepet taşıyan bazı köylülerle ayaküstü lafladı. İnsanların konuşmasından, Renot Krallığı'yla olan çatışmanın henüz durulmadığını anladı. Kızıl demir zırhlı askerlerin geri çekildiğini ama yarın öbür gün tekrar saldırabileceklerini konuşuyorlardı. Bazı kadınlar, adak sunağına gidip dua etmeleri gerektiğini, çünkü Tamul'un tanrılarının veya atalarının yardımı olmadan bu savaşı kazanamayacaklarını söylüyorlardı. Yonari, bu sözleri duydukça, hiç bilmediği bir inanç sisteminin ortasına düştüğünü daha iyi kavradı. Kendisini tam anlamıyla bir "uzaylı" gibi hissediyordu; ama ne yapsın, elinde kristalden başka bir şey de yoktu.
Tüm bu gözlemlerden sonra, geri dönüp Moneric Zin'in evini bulmak için şehrin dar sokaklarına daldı. Sabahın ilk saatlerine göre daha kalabalık bir trafik vardı: Yüklü at arabaları, meşin torbalar taşıyan hamallar, pazarda fazla mal satanlar… Herkes bir telaş içinde gibiydi. Yonari, kıyafetinin paramparça ve kirli hâliyle dikkat çekiyor olsa da, insanlar ona fazla bakmıyor, sadece "Başka bir garip dilenci daha," diye düşünerek omuz silkivermişe benziyordu. Bu çok da kötü değildi; en azından kimse onu durdurmaya kalkmıyordu.
Moneric Zin'i bulduğunda, kadın pazar yüklerini boşaltmış, sepetindeki ufak tefek erzakla mutfağının başındaydı. "Nasıl geçti gezintin?" diye sordu Moneric, merakla. Yonari, yüzündeki şaşkın ifadeyle başını iki yana salladı. "O kadar çok şey var ki kafamda. Burada saray varmış, orada bir kızıl bina—Adak Sunağı dediler. Bunların hepsi bana çok yabancı." Moneric kaşlarını kaldırdı. "Elbette yabancı gelir, sen hangi ülkeden geldiysen orasının âdetleri başkadır. Biz burada böyle yaşarız. Tanrılarımıza veya atalarımıza adak sunmak, kurban kesmek, zaferi kutlamak ya da savaştaki kayıplarımız için yas tutmak gibi…" Ardından sesi yumuşadı. "Kusura bakma, dün gece seni kaba karşılamış olabilirim, ama şu savaş yüzünden herkes diken üstünde. Şehre her gelen yabancıyı tedirginlikle karşılıyoruz. Sen de pek sıradan görünmüyorsun doğrusu," dedi, Yonari'nin menekşe gözlerine manidar bir bakış atarak.
Yonari hafif bir tebessüm etti. "Anlıyorum. Burada biraz daha kalmama izin verir misin? Belki yolumu bulana kadar… Sana yardım da ederim, bilmiyorum, temizlik, pazar işleri… Elimden ne gelirse." Moneric'in yüzündeki tereddütlü ifade bir an kaldı, sonra kadının omuzları yumuşadı. "Pekâlâ, yabancısın ama belki şanslısındır da. Gel, birlikte yerleşim yerinde ne iş bulabiliriz diye bakınırız. Uzun süreli misafir olmak istersen, toprak ağaları veya zanaatkârlar iş veriyorlar. Belki onlara yardım edersin, karşılığında kalacak yer ve yemek verilir."
Yonari, hiç bilmediği bu dünyada en azından güvenebileceği bir liman bulduğunu hissediyordu. Moneric Zin'in yardımıyla en temel ihtiyaçlarını karşılayacak, aynı zamanda Tamul Krallığı'nın yapısını, toplumsal kurallarını ve belki de sihir veya büyüye dair inanç sistemlerini öğrenebilirdi. Çünkü kristali kullanabilmek için uygun bir büyü kaynağı ya da enerjisi gerekiyordu; ancak bu dünyada büyüye nasıl baktıklarını bilmiyordu. Belki de "cadılık" suçlamasıyla kendini bir zindanda bulabilir, belki de tam tersi bir merak ve saygı uyandırabilirdi.
Günün ilerleyen saatlerinde, Yonari tekrar sarayın çevresine gitmeyi düşündü. Belki krallık görevlilerinden biriyle konuşup, resmî olarak bu dünyaya nasıl düştüğünü anlamaya çalışabilirdi. Fakat her geçen dakika, buranın son derece ilkel bir düzenle yönetildiğini daha da net görüyor, yüksek mevkilerle görüşmenin imkânsız olduğunu hissediyordu. Kaldı ki, ortada bir savaş gerçeği varken kim bir yabancıyla uğraşırdı ki?
Yine de bir şeyden emindi: Bu coğrafyanın antik görünümlü surları, kızıl Adak Sunağı, gri-siyah saray mimarisi ve tozlu sokakları… Hepsi onun geri dönmesini zorlaştıracak bir bilinmezin parçalarıydı. Her adımda kalbi, içinde bulunduğu duruma dair endişeyle çarpıyor ama bir yandan da maceracı bir heyecan duymadan edemiyordu. "En azından yaşıyorum," diye düşündü. "Makinenin o son hamlesiyle gerçekten ölebilirdim, ya da uzayın derinliklerinde boğulabilirdim. Buraya canlı gelmeyi başardıysam, kurtuluş yolu da vardır."
Akşam vakti yaklaşıp Tamul şehrinin sokaklarında yine çıtırtılı meşaleler yakıldığında, Yonari Moneric Zin'in evine döndü. Kadın, pazar işleriyle uğraşmış, birkaç kuru bakliyat almış ve ateşin üzerinde kaynatmaya girişmişti. Basit, sıradan bir akşam yemeği hazırlığı olsa da Yonari'nin dünyasında bu ufak an bile bir "paylaşma" anına dönüşüyordu. İçinde bir minnettarlık duygusu hissetti. Vaktiyle Y.G.K Akademisi'nde, buz gibi laboratuvar koridorlarında, metal kapıların açılışında hissedilen soğuk insan bakışlarından çok daha sıcak gelmişti bu sahne.
Yemek esnasında Moneric, bu sabah saray tarafına yaptığı kısa ziyareti anlattı: "Prens Volric Bravegod denen bir soylu varmış; krallığın önde gelenlerinden biriymiş. Askerleri Renot Krallığı'nı yeniş, uzaklaştırmış diyorlar. Pek çok ölü varmış, belki sen de dün gece o savaşın olduğu yerde kaldın, ölüme terk edilmiş filandın." Yonari sadece başıyla onayladı. "Evet, oraya düştüm sanırım," dedi iç geçirerek. Moneric, "Aman sen dikkat et," diye ekledi. "Bazen renklere bakıp seni Renot casusu sanabilirler. Menekşe gözler filan, hiç bizden gibi görünmüyorsun."
Yonari, menekşe gözlerini devirdi ve yorgun bir şekilde yatağına uzandı. Sabah erkenden uyanıp şehrin çarşısında başka bir iş arayacak, belki ufak bir kazanç elde edip kendine biraz daha normal giysiler alacaktı. Böylelikle az da olsa topluma karışarak öğrenmesi, insanların konuşmalarını duyması, bir yerlerde "büyü" veya "sihir" kavramlarına dair bir ipucu bulması mümkün olabilirdi. Aklının bir köşesinde kristali nasıl kullanabileceği sorusu dolanıp duruyordu. Tamul diyarı hiç fark etmeden, bir yabancı misafirini barındırmaya başlamıştı.
Ve işte böylece, Yonari için yeni bir serüven, ilk geceden itibaren yepyeni sorularla şekillenmeye koyuluyordu. İlkel sokakların taş yollarından, kızıl Adak Sunağı'nın mistik siluetine, sarayın gri-siyah duvarlarından yükselen askeri disipline kadar her detay, onun gözünde sanki ayrı bir dünyanın kapısıydı. Y.G.K Akademisi'nin steril ve metalik laboratuvarlarından sonra, burada kimi zaman korku, kimi zaman heyecan, kimi zaman da hayranlık duyuyordu. Karanlık gökyüzüne yükselen dumanlar ve meşaleler, onun için eski çağ hikâyeleri gibi görünse de, gerçeğin ta kendisiydi. Belki bu dünyada büyünün kendine has kuralları vardı, belki de teknik anlamda "geri kalmış" sayılabilecek bu toplumun içinde, astral kristalin gücünü yönlendirebileceği bir yol bulacaktı.
Etraftaki insanlar ona deli gözüyle bakmaya devam etse de, kimliği ve kökeni bilinmez kalsa da, Yonari'nin kalbinde hâlâ bir umudun kıvılcımı yanıyordu. Nihayetinde hayattaydı ve bir adım atarak başladıysa, ikinci, üçüncü adımı da bulacaktı. Tıpkı Akademi'de ilk eğitim gününde öğrendiği gibi: "Bilinmeyeni keşfetmek, bilinene varmanın ilk şartıdır." Şimdi, tam da bu bilinmeyenin ortasındaydı. Sorun şuydu ki, burası keşfetmek için ne kadar uygundu, orası muammaydı. Ama kapısını çalan bu maceraya göğüs germekten başka çaresi yoktu.
Dışarıdaysa akşamın derinliği şehri örtüyor, surların arkasında yanan meşaleler, gökyüzünde adeta ufak parıltılar gibi uzanıyordu. Uzaktan, bir çanın ritmik vuruşları duyuldu. Ardından esen rüzgâr, Lumar Ovası'na doğru hızla ilerledi; sanki gecenin büyülü karanlığını perçinledi. Yonari, Moneric'in verdiği ince battaniyenin altında yeni dünyadaki ikinci gecesine gözlerini yavaşça kapattı. Daha sabah olduğunda, yine aynı heyecan ve kaygıyla uyanacak, Tamul Krallığı'ndaki yaşamına dair yeni bir adım atacaktı. Belki de ertesi gün, adını bile duymadığı başka krallıkların, başka şehirlerin, başka kültürlerin varlığından haberdar olacak; Renot'un kızıl zırhlı ordusunun geri çekilişinin geçici olup olmadığını öğrenecekti. Fakat şimdilik, karanlık altında saklanan bu diyarda, bir yabancının kalbi, bilinmeyene çarpıyor, bilinmeyene çarpıyordu.
Yonari, günün ilk ışıkları odaya dolmaya başladığında gözlerini araladı. İnce taş duvarların içinden sızan loş aydınlık, dün gece barındığı yerin ne kadar mütevazı olduğunu iyice ortaya koyuyordu. Yerlerdeki ince şilte, yastık niyetine başının altına koyduğu katlanmış kumaş parçası ve tek odalı bu taş evin soğuk zemini, onu hâlâ yabancısı olduğu bu diyarla yüz yüze getiriyordu. Bir yandan dizleri ve dirseklerindeki ağrıları hissederken, diğer yandan dün yaşadığı şoku ve gördüklerini aklından geçirdi. Kafasının içinde türlü sorular dolaşsa da en azından bir geceyi güvende geçirebilmiş olmaya minnet duyuyordu.
Biraz toparlanıp doğrulduğunda, Moneric Zin'in çoktan kalkmış olduğunu fark etti. Kadının attığı küçük adım sesleri kapının dışından geliyordu. Yonari, bedeni hâlâ yorgun olsa da sırtını dikleştirdi, boğazını temizledi ve gerekirse yardıma koşmak için hazırlandı. "Uyanmışsın," diye seslendi Moneric, içeri adım atarken. Elinde, rengi solmuş ve bazı yerleri yamalı bir kadın giysisi taşıyordu. Yarım kollu, biraz bol kesimli bu giysi, mor ve gri tonlarında yamalarla birleştirilmişti. Kumaşın dokusu kaba duruyordu ama en azından Yonari'nin mevcut hâlinden daha düzgün görünmesini sağlayabilirdi.
"Bunu giy," dedi Moneric, giysiyi Yonari'ye uzatarak. "Benim eski kıyafetlerimden biri. Çok gösterişli değildir ama şu üstündekinden iyi. Ayrıca fazla dikkat çekmek istemediğini söylüyorsun; böylesi daha korunaklı. Sokakta yarı çıplak gezmenden iyidir."
Yonari giysiyi eline aldı, kumaşın pürüzlü yüzeyine parmak uçlarıyla dokunarak inceledi. "Teşekkür ederim," dedi sessizce. Giysiyi üzerine geçirmeye koyuldu. Dikiş yerlerinde ufak iplik parçalarının sarktığını, bazı yamaların yeterince özenli yapılmadığını fark etti. Yine de, parçalanmış iç giysisinden çok daha iyi görünüyordu. Etrafında dönenerek giysinin bedenine nasıl oturduğuna baktı. Fazlaca bol olmasa da kolları ve bel kısmı genişti. Tuhaf da olsa, en azından artık sokakta dolaşırken göze batmayacaktı.
Moneric, koltuk altındaki sarı bez parçasını düzeltirken, "Bugün pazara gideceğim," diye söze başladı. "Oradaki satıcılara yeni mallar geldi. Ekmek, soğan, biraz baharat… Belki ben de ufak tefek bir şeyler satarım. Sen de istersen dolaş, belki bir iş bulabilirsin. Zanaatkârlar, çiftlik sahipleri, hamallar her zaman ek eleman arar. Kalan vaktimde de bir komşumun çocuğuna göz kulak olacağım. Kız hastaymış, annesi yanıma uğrayıp yardım istedi."
"Ben de seninle geleyim," dedi Yonari çekinmeden. Sonra iki elini birden kaldırarak ekledi, "Yani, iş bulmak için çabalayacağım. Burada daha ne kadar kalırım bilmiyorum ama biraz paraya ihtiyacım olacak. Yiyecek almak, belki yeni bir barınak bulmak…"
Moneric hafifçe tebessüm etti. "Tabii, birlikte gidelim. Seni pazara kadar götürürüm, sonra işine bakarsın. Ama bak, yine söyleyeyim, 'gökten düştüm' hikâyeleri anlatırsan ciddiye almazlar. Çoğu da dalga geçer."
Yonari başını sallayarak gülümsedi. "Haklısın, daha temkinli olacağım."
Birazdan ikili, dışarıdaki dar sokaktan geçerek yan yana yürümeye başladı. Sabahın erken saatinde şehir henüz uyanıyordu. Sokaklarda yerde yatan kedi benzeri hayvanların gerinmeleri, kapı önüne çıkmış yaşlıların sabah havasını koklamak için oturdukları tabureler ve esnafın kepenklerini açma uğraşı göze çarpıyordu. Gökyüzü, dünün aksine açık maviye çalan, ferah bir renkteydi. Hafif bir rüzgâr estiğinde Yonari, elbisesinin etek kısmının savrulduğunu hissetti; bir yandan da kolundaki kesiklerin acısını yeniden fark etti.
"Şu civarda da bir berber veya sıhhiyeci bulabiliriz," dedi Moneric, alçak sesle. "Eğer yaraların varsa, bedel karşılığında sana şifalı bitki merhemleri sürer. Fakat çok param yok, senin de yok. O yüzden önce bir iş bakmak iyi olur."