Ficool

Chapter 1 - Mor Yakut

Yeraltı deposuna her indiğimde ciğerlerime ilk dolan şey soğuk metal kokusu olur.

O gece de farklı değildi.

Floresan ışıklar tavanda titriyor, koridor demir bir mezar gibi uzayıp gidiyordu.

Saatimi kontrol ettim: 03:12.

Sistem yenilemesinin bitmiş olması gerekiyordu.

Bir şey beni çağırıyordu… tarif edemem, ama içimde huzursuz bir düğüm vardı.

Delil deposu geceleri böyle yapar insana. Her şey sessizdir ama hiçbiri masum değildir.

14B koridoruna döndüm.

Adımlarımın sesi duvarlardan geri vuruyor, sanki biri beni izliyordu.

Kendime kızdım; paranoyaklık örneği işte.

Kasa 2091'i açtığımda içimin daraldığını hissettim.

Kolyeyi yıllardır görmemiştim ama onu tanımamak mümkün değildi.

La Nuit Inversée.

On yıl önceki o dosyanın kalbi.

Kutuyu elime aldım.

Ağırlığında bir tuhaflık vardı.

İç kapağı açtığım anda boğazım kurudu.

Taş yoktu.

Kolyenin tam ortasında olması gereken o mor yakut… yerinde sadece boş bir pençe duruyordu.

Bir an nefes almayı unuttum.

Gözlerim hızla çevreyi taradı — kasanın içi temizdi, zorlanma izi yoktu.

Sanki biri taşın ruhunu söküp almış, gerisini titizlikle yerine bırakarak ortadan kaybolmuştu.

"Neler oluyor burada…" diye fısıldadım.

Sonra güvenlik kayıtlarına bakmam gerektiğini düşündüm.

Ama o dokuz dakikalık kör nokta…

Sistem yenilemesi.

Tam o sırada ensemden bir ürperti geçti.

Karanlık koridorun ucunda biri durmuş olabilir miydi?

Bastığım adımların yankısı mıydı, yoksa… ikinci bir adım mı duydum?

Kolye hâlâ elimdeydi.

Soğuk, metal bir kalp gibi.

"Biri buradaydı" dedim kendi kendime.

"Ve ben daha yeni fark ettim."

Kolyeyi elime aldığımda parmak uçlarımda tuhaf bir karıncalanma hissettim, sanki mücevher hafifçe titreşiyordu. Belki de benim elim titriyordu. Taşın yokluğu kolyeyi daha hafif yapmıştı; ama o hafiflik bir kayıp değil, bir tehdit gibi hissediliyordu. Sanki kolye, yalnızca bir delil değil, bir uyarı taşıyormuş gibiydi.

Nefesimi tuttum, dinledim.

Koridor sessizdi.

Ama sessizlik de bazen çok şey söyler.

Kasanın kapağını kapatmadım.

Biri geri gelirse, boşluğu ilk o görsün istedim. Belki de içgüdülerim, görünmez bir tanığa tuzak kurmaya çalışıyordu.

Güvenlik odasına doğru yürümeye başladım.

Ayak seslerim dar koridorda yankılanıyor ama aralara başka sesler karışıyordu:

hafif bir sürtünme, sanki çelik bir yüzeye değen kumaş…

ya da sadece zihnimin oyunu?

Ok gibi döndüm.

Kimse yoktu.

Koridorun sonunda güvenlik camı göründü. İçerideki monitörler mavi bir ışık saçıyordu ama oda boştu. Nöbetçi olması gereken adam yerinde değildi. Bu saatlerde odasını terk etmezdi. Prosedür gereği bile.

Odaya girdim. Masanın üstünde yarım içilmiş bir çay, buharı çoktan sönmüş. Yanında açık bir sandviç paketi.

Ve en önemlisi: güvenlik ekranındaki kayıt listesinde bir kesinti.

03:05 – 03:12

Tam yedi dakika.

Tam o yedi dakika.

Dondum.

Bu, tesadüf olamazdı.

Kayıtların geri kalanına baktım. Kesinti öncesi görüntülerde sadece rutin devriye gezen nöbetçi vardı. Kesintiden sonra ise biri…

belirdi.

Görüntü karıncalıydı ama bir siluet seçilebiliyordu.

Siyah bir üniforma.

Koyu renkte bir kapüşon.

Ve yüzünü saklayan, parıltısını yutan bir gölge.

Tanıyamadım.

Ama hareketlerine bakınca bir şey anladım:

Bu kişi ilk kez burada değil.

Depoyu biliyordu.

Adımlarında tereddüt yoktu.

Görüntüyü dondurdum. Yakınlaştırdım.

Siluetin elinde bir şey vardı — metal bir çanta.

Büyük değil.

Taşı yerinden sökecek bir ekipman çantası büyüklüğünde.

"Burası rastgele bir hırsızlık değil," dedim kendi kendime.

"Bu biri için kişisel."

Monitörün sağ alt köşesinde kırmızı bir ışık yanıp sönmeye başladı.

Hareketsizlik alarmı.

Yani nöbetçi… çok uzun süredir sabit duruyor demekti.

Koşarak dışarı çıktım.

Koridorda adımlarımın sesi yankılandı.

Nöbetçinin odası yakınlardaydı.

Kapıyı ittim — ışık kapalıydı.

Elimi anahtarlığındaki küçük fenerde gezdirdim.

Tıkladım.

Işık, yerde yatan bir gövdeyi ortaya çıkardı.

"Nöbetçi…" diye fısıldadım.

Adam baygın gibiydi ama nefes alıyordu.

Başının yanında darbe izi. Tokat değil, sert bir cisimle vurulmuş.

Birinin onu etkisiz hâle getirdiği çok açıktı.

Telefonumu çıkarmak için elimi cebime attığımda bir şey oldu:

Koridorun ucundan bir gölge kaydı.

Net gördüm.

Bu kez hayal değildi.

Sokulan bir siluet, sonra hızla geri çekildi.

"Dur!" diye bağırdım

Ama sesim yeraltı duvarlarında dağılıp yok oldu.

Peşinden koşmadan önce nefesimi dengelemeye çalıştım.

Bir an bile kaybedersem iz kaybolacaktı.

Koşmaya başladım.

Ayaklarım çelik zeminde tak-tak-tak diye vuruyor, kalp atışlarımla yarışıyordu.

Siyah siluetin geçtiği köşeye vardığımda yalnızca soğuk hava vardı.

Bir kapı açıktı — acil çıkış kapısı — normalde içeriden kilitli olur.

"Nasıl açtı bunu…" diye sordum kendi kendime.

Işıkları fenerle tararken kapının kenarında bir şey fark ettim:

Minik bir çizik.

Metal üzerine sürtünmüş bir şeyin izi.

Belki bir kart, belki özel üretilmiş bir anahtar.

Tek bir şey kesindi:

Bu kişi profesyoneldi.

Depoya gelişigüzel girmemişti.

Taşı rastgele almamıştı.

Ve beni biliyor gibiydi… ya da en azından karşıma çıkmayı dert etmiyordu.

Kapı dışarı açılıyordu. Merdiven boşluğundan yukarıya çıkıyordu.

Yükselen soğuk hava ensede bir ürperti bıraktı.

Sanki dışarıda beni bekleyen karanlık biraz daha kalınlaşmıştı.

Kolyeyi avucumda sıkarken kendi kendime fısıldadım:

"Bu iş… bir uyarı.

Ve sen,Yves, şu an savaşın ortasına düştün."

Sonra merdivenlerde yankılanan bir ses duydum — ayak sesleri, hızla uzaklaşan.

Karanlığa doğru adım attım.

"Peşindeyim," dedim.

"Ne saklıyorsan, benden kaçamazsın."

Adımlarımı hızlandırdım. O da aynı anda hızlandı. Kapıdan çıkar çıkmaz bir koşuşturma başladı.

Dışarıda onu siyah bir araba bekliyordu. Her şeyin önceden planlandığı çok belliydi. Arabanın plakası yoktu.

Hiç düşünmeden motoruma atladım ve peşlerine düştüm. Araç son sürat ilerliyordu. Trafiğe karışmamaya özellikle dikkat ediyor, arazi yollarını seçiyordu. Toz, duman, taş… göz gözü görmez hale geliyordu.

O an polis merkezinde suçluyu teslim ederken yürüttüğüm telsiz aklıma geldi. Cebimden çıkardım.

Kısa ve net bir ihbar verdim. Artık sadece ben değil, onlarca polis de peşlerindeydi. Kaçmamaları gerekiyordu. Kaçırmamam gerekiyordu.

Ama toz gittikçe yoğunlaşıyordu. Siyah araç görüş alanımdan yavaşça silinmeye başladı. İçimde bir anlık bir korku yükseldi; ya kaybedersem? Bu düşünceyi bastırmaya çalıştım ama motorun titreşimi bile endişemi saklayamıyordu.

Ve ne yazık ki… kayboldular. Toz bulutunun ardında eriyip gittiler.

Şimdilik.

Çünkü biliyorum: Her iz bir gün konuşur.

Artık benim işim başlıyordu — planlarını çözmek, geride bıraktıkları kırık parçaları birleştirmek.

Adalet onlar için geliyordu.

Bu durumda en mantıklısı olay mahalline gidip inceleme yapmaktı. Motorumu yeraltı deposuna, yani olayın gerçekleştiği yere doğru sürdüm. Aslında her şey çok normal görünüyordu. Ama kolyenin taşı yerinde yoktu. Asıl soru şuydu: Neden kolyenin tamamı değil de sadece taşı çalınmıştı?

Kolyesinin bulunduğu kasayı incelemeye koyuldum. Zorlanmamıştı. Aksine, büyük bir ustalıkla, sanki anahtarla açılmış gibi… ama anahtarla değil. Bu açıktı.

Kolye, on yıl önceki vakanın deliliydi. Büyük ihtimalle parmak izi vardı o taşın üstünde. Ve eğer dosya yeniden açılırsa, birinin başı çok fena derde girecekti. Bu kesindi.

Önceden de dediğim gibi çalan kişi buraların ehliydi. Kasa numarasından tutun, koridor düzenine kadar… her şeye hâkimdi. Ya içeride bir casus vardı ya da kendisi içeriden biriydi.

Bu olayla bağlantısı olabilecek kişileri emniyette bulmam gerekiyordu. Yani, on yıl önceki dosyanın kapağı tekrar açılacaktı.

Motorumu çalıştırdım ve emniyete gitmek üzere yola koyuldum.

---

More Chapters