Şehir kuşatma altındaydı. Bu sefer düşman, her zamankinden daha kalabalıktı. Kapılar alevler içinde, sokaklar kül ve çığlıklarla doluydu. Kral, sarayın yüksek kulesinden yıkımı izliyordu. Her çığlık, kalbine saplanan bir hançer gibiydi. Sessizce, en güvenilir adamını yanına çağırdı. "Her şey bittiğinde," dedi ağır bir sesle, "bizden geriye sadece o kalmalı." Uzun, soğuk koridorlarda yankılanan adımlar duyuldu. Zırhın sesi sessizliği bölüyordu. Şövalye, kralın son emanetini almak üzere ilerliyordu. Kralın tek varisi… Halkın son umudu… Küçük çocuk, korku dolu gözlerle her şeyi anlamıştı. Ahırda kaçmaya hazırlanıyorlardı ki, peşlerinden düşman askerleri geldi. Çelik çeliğe çarptı. Kıvılcımlar geceyi aydınlattı. Şövalye onuruyla savaştı. Kılıcı bir fırtına gibiydi. Ama düşman da bir o kadar acımasızdı. Kan, ter ve sessizlikten başka hiçbir şey kalmadığında, yalnızca iki kişi hayattaydı. Ve şehir arkalarında alevler içinde yanarken, onlar derin ormanlara doğru yol aldılar. Bir krallığın küllerini arkalarında, bilinmezliğin sessizliğini önlerinde taşıyarak.
Gece boyunca ilerlediler. Küçük varis yorgun düşmüştü. Şövalye bunu fark etti ve sessiz bir açıklığa kamp kurdu. Ateşin çıtırtısı arasında uykuya daldılar. Ama güneş doğmaya yaklaşırken… Bir "fırt!" sesi sessizliği böldü. Bir ok, şövalyenin hemen yanındaki ağaca saplanmıştı. Adam anında ayağa kalktı, kılıcına sarıldı. "Kimsin sen?!" diye haykırdı. Ağaçların arasından bir ses geldi: "Sakin ol, demir adam… Eğer niyetim kötü olsaydı, o oku ıskalamazdım." Şövalye öfkelendi, kılıcını kaldırdı. Gölgeler arasından biri belirdi. Uzun boylu, yüzü yarı karanlıkta gizliydi. "Madem buraya kadar geldiniz," dedi adam, "kendimi tanıtayım. Ben Roben. İzci Roben. Bu ormanlar benden sorulur." Gözlerini şövalye ve küçük varise dikti. "Kuşatmadan kaçan çok gördüm ama bir şövalye ve bir çocuğu ilk defa." Şövalye kısa bir sessizlikten sonra konuştu: "Madem öyle, önce sen anlat hikayeni. Ama sakın yalan söylemeye kalkma… Yoksa o oku ıskaladığına pişman olursun."
Roben derin bir nefes aldı. Sesi yorgundu ama içten geliyordu. "Krallık daha yıkılmadan önce, ben sokaklarda büyüyen bir haylazdım. Her gün pazarlardan bir şeyler çalardım. Ta ki bir gün, sert bir kalkana çarpana kadar." Küçük varis merakla dinliyordu. Şövalye ise sessiz, ama tetikteydi. "Kendime geldiğimde, iri yarı bir adam beni tutuyordu. Kralın baş muhafızıydı. Ve onun arkasında… Kralın kendisi duruyordu." Roben'in sesi kısıldı. "Bende bir şey görmüş olmalı ki, beni yanına aldı. Yemek verdi, sıcak bir yatak… bana bir hayat sundu. Zamanla beni eğitti. Neredeyse bildiğim her şeyi o öğretti." Ama yüzü birden karardı. "Bir de kardeşi vardı: Marron. Kalleş, hırslı ve yılan dilli bir adam. Gözü hep tahtta, aklı hep entrikalardaydı." Roben yumruklarını sıktı. "Kraliçemiz hamileydi. Güzel, akıllı bir kadındı. Marron'dan hep uzak dururdu. Gözlerindeki kötülüğü herkes görürdü." Bir an sustu. Ateşin sesi yankılandı. "Sonra bir gece, odamda bir mektup buldum. 'Sarayın ormanına gel,' diyordu. Aptallık ettim. Kimseye haber vermeden gittim. Gittiğimde… kraliçemiz yerde yatıyordu. Küçük varis, maskeli bir adamın kucağındaydı. Elinde hançer vardı." Şövalye yumruğunu sıktı. Roben'in sesi titredi: "Ona saldırdım. Onu itip bebeği aldım. Ama kraliçemizi kurtaramadım." Bir sessizlik çöktü. "Tam o sırada Marron geldi. Beni işaret edip kraliçeyi öldürmekle suçladı. O an her şeyi anladım. Bu bir tuzaktı." Gözleri doldu. "Kaçtım. Günlerce beni aradılar ama bulamadılar. Ve sonunda bu ormana sığındım. Bir haydut oldum, ama içimde hep o suçlulukla yaşadım." Roben sustu. Ateşin gölgesi yüzünde titredi. Küçük varis ellerini yüzüne kapatmış, ağlıyordu. Roben o an, o gözlerde bir şey fark etti. Tanıdı. O gün kurtardığı çocuk… işte oydu. Boğazı düğümlendi. Hiçbir şey söyleyemedi. Yalnızca sessizlik kaldı geriye.
Zaman çabuk geçmişti. Roben, karşısında artık bir çocuk değil, genç bir kral adayı görüyordu. Rohan. O, krallığın son varisiydi. Şövalye ise sessizdi. Sanki geçmişin yükünü omuzlarında taşıyordu. Roben, bu adamlara yardım etmeye karar verdi. Marron'un askerleri her yerdeydi. Bu kulübe, bir süreliğine en güvenli yerdi. Haftalar geçti. Zaman sessizce akıyordu. Kulübenin çevresi artık gülüşlerle doluydu. Rohan okçuluk ve kılıç talimleri yapıyor, şövalye ise daha az konuşuyor ama daha çok gülümsüyordu.
Bir sabah, Roben ava çıkmıştı. Orman sakindi. Rüzgarın sesi yapraklar arasında dolaşıyordu. Şövalye ve Rohan, kulübenin önünde kılıç talimi yapıyordu. Her şey sıradandı. Ta ki Rohan birden donup kalana kadar. Şövalye arkasına döndüğünde, devasa siyah bir ayı üzerlerine doğru koşuyordu. Şövalye, elindeki tahta kılıcı iki eliyle tuttu. Ama ayı, o kılıcı dişleriyle paramparça etti. Tam o anda bir ok fırladı. Ayının boynuna saplandı. Bir tane daha… Roben geri dönmüş, koşarak yetişmişti. Ayı acı içindeydi ama saldırmaktan vazgeçmedi. Şövalye kılıcına uzandı ve bütün gücüyle ayının karnına sapladı. Bir uğultu… Bir sessizlik… Sonra devasa beden yere yığıldı. Şövalye, tükenmiş halde sırtını ayıya yasladı. Rohan ve Roben hemen yanına koştu. Roben'in aklında tek bir soru vardı: "Neden kaçmadın?" Ama şövalye cevap vermedi. Sadece küçük varise baktı. O bakışta bir babanın fedakarlığı vardı. Kolundan kan akıyordu. Yaralanmıştı. Roben onu içeri taşıdı, yaralarını sardı. Ama acısı dinmiyordu. Rohan başucunda sessizce oturuyordu. O koca kahraman şimdi yorgundu, ama dimdikti. Bir süre sonra kapı açıldı. Roben içeri girdi. Sesi bu kez daha kararlıydı. "Hazırlanın," dedi. "Biraz ileride bir köy var. Orada bir şifacı kadın yaşıyor. Seni ancak o iyileştirebilir. Yoksa ne kendini koruyabilirsin, ne de küçük kralı."
k