Ferkan, atölyeden çıkıp şehrin gri sokaklarına adım attığında, gün batımı gökyüzünü turuncu ve mor tonlarına boyuyordu. Ancak bu güzellik, Ferkan'ın içindeki ağırlığı hafifletmeye yetmiyordu. Fabrikanın yüksek, cam kuleleri, batmakta olan güneşin son ışıklarıyla parlıyordu; adeta şehrin üzerine dikilmiş devasa, soğuk gözler gibi. Ferkan, yorgun adımlarla otobüs durağına doğru yürürken, gün içinde yaşadıkları zihninde dönüp duruyordu. Sevim'in çaresizliği, Rüya'nın acımasızlığı... Bu düzenin bir parçası olmak, onu her geçen gün daha da boğuyordu.
Otobüse bindiğinde, cam kenarına oturdu ve başını cama yasladı. Şehrin koşuşturmacası dışarıda akıp gidiyordu. Reklam panoları neon ışıklarıyla yanıp sönüyor, insanlar aceleyle evlerine yetişmeye çalışıyordu. Ferkan, bu kalabalığın içinde kendini yalnız hissediyordu. Kendi halinde bir terziydi; hayalleri, umutları olan. Ama bu fabrikada, sadece bir makine parçası gibi hissediyordu.
Eve geldiğinde, küçük dairesinin kapısını açtı. İçerisi sessiz ve karanlıktı. Annesi ve babası çoktan uyumuş olmalıydı. Ferkan, üzerine bir hırka alıp mutfağa geçti. Kendine basit bir akşam yemeği hazırlarken, radyo açtı. Radyodan gelen melodi, biraz olsun içini rahatlattı. Yemeğini yerken, yarın yapması gerekenleri düşündü. Yeni siparişler, yetiştirilmesi gereken işler... Rüya'nın sürekli artan talepleri... Bu kısır döngüden nasıl kurtulacaktı?
Telefonu titredi. Gelen mesaj Sevim'dendi: "Hala buradayım, Ferkan. Bitmiyor." Ferkan'ın içi cız etti. Sevim'in acısı, onun da acısıydı. Mesaja cevap yazdı: "Dayan, Sevim. Yarın erken gelip sana yardım ederim." Telefonu kenara koydu ve pencereden dışarı baktı. Yüksek cam kuleler, gecenin karanlığında bile tüm ihtişamıyla yükseliyordu. Bu kuleler, sadece bir fabrika değil, aynı zamanda Ferkan'ın özgürlüğünü kısıtlayan birer kale gibiydi. Ama Ferkan'ın içinde, bu kaleleri yıkacak küçük bir umut kıvılcımı yanıp sönüyordu. Belki de bu kıvılcım, bir gün büyük bir ateşe dönüşebilirdi.