Gece… hiç bitmeyecekmiş gibi uzundu.
Penceremin önünde oturuyordum. Şehrin ışıkları uzaklarda yanıp sönüyor, bana ait olmayan bir hayatın pırıltısını gösteriyordu. Oysa benim hayatım, karanlık bir zincirle bağlanmıştı.
O masada "anlaştık" dediğinde, kalbim sanki yerinden kopmuştu. Kendi sesim hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu: "Doktor olmama engel olmayacaksınız…" Sanki yalvarıyordum, oysa gururum yalvarmaya tahammül edemezdi.
Ama ne yapabilirdim ki? Babamın gözlerinde gördüğüm öfke, Boran'ın bakışlarındaki kararlılıkla birleşince, bana sadece iki seçenek kalmıştı:
Ya kabul edecektim…
Ya da bu evde, bu hayatta, babamın gölgesinde bir mahkûm olacaktım.
Ben özgürlüğümü seçmiştim. Evet, ironik değil mi? Özgürlük diye evlilik zincirini boynuma geçirdim.
Boran…
Adını düşündüğümde bile içimde tuhaf bir ürperti dolaşıyor. Korku mu, merak mı, yoksa başka bir şey mi… hâlâ bilmiyorum. Onun gözlerinde gördüğüm şey bana huzur vermiyor, ama garip bir şekilde içimde gizli bir güven de bırakıyor. Belki de en çok korktuğum şey buydu: Onun karanlığına alışmak.
Yatağa uzandım. Tavana bakarken ellerim titriyordu. Beni bekleyen günleri düşündüm: Nikâh masası, yabancı bakışlar, babamın hesapları, Boran'ın gölgesi… İçimdeki çocuk, "kaç" diye bağırıyordu. Ama aklım, kaçacak yerim olmadığını söylüyordu.
Bir an gözlerim doldu. Sessizce, kimseye duyurmadan ağladım. Babam güçlü bir kız olmamı istemişti hep. Ama güçlü olmak demek, bazen duygularını saklamak demekmiş.
Kendime söz verdim o gece.
Ne olursa olsun, hayalimden vazgeçmeyeceğim. Boran'ın adıyla anılsam da, ben kendi adımı unutturmayacağım. Bir gün… belki bir gün, bu karanlığın içinde kendi ışığımı yakacağım.
Ama şimdilik… sadece sabahı bekliyordum.
Sabah belki bana biraz cesaret getirirdi.
---